Bahadır Kaleağası

13 Nisan 2022

Fransa'nın seçimleri ve ruhu

Fransa'da siyaset değişirken, Avrupa tarihinin ruhu da etkilenecek. Fransa yüzyıllardır olduğu gibi Avrupa'yı ve dünyayı etkilemeye devam edecek. Türkiye'yi de doğal olarak...

Fransa'da 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en yüksek oyu alan Emmanuel Macron ve Marine Le Pen'in ikinci tura kalmaları olağan bir demokratik yarış değil. Fransa demokrasi tarihinde üçüncü kere aşırı sağcı bir siyasetçi iktidara bu kadar yakınlaşıyor. Yirmi yıl önce şimdiki adayın babası Jean-Marie Le Pen, beş yıl önce kendisi ikinci tura kalmıştı. İki turlu, başkanlık ve kişi odaklı seçimlerde olası bir durum bu. Toplumun çoğulculuğu törpülenebiliyor, kutuplaşmalar sertleşiyor; aradan aşırı uçlardaki bir aday sıyrılabiliyor. Fransız aşırı sağının genel söyleminde beklendik temalar var: "yabancı" karşıtlığı, göç sorunları demagojisi, milli duygu istismarcılığı, Avrupa barış, demokrasi, özgürlük ve dayanışma değerlerine duyarsızlık…

Bu eğilimlerin ülkeyi götüreceği çöküntü tehlikesine karşı, siyasi yelpazenin geri kalanında blok oluşuyor. İkinci tura kalan merkez sol veya sağ aday her kimse, ilk turda elenen diğer adaylar seçmenlerini ona oy vermeye yönlendiriyor. İlk iki sefer öyle oldu. Üçüncü kere nükseden şimdiki durumda ise, Le Pen bu sefer söylemlerini merkeze yakınlaştırma takıyesi ile oylarını yükseltti. Ayrıca Rusya'dan Putin rejiminin maddi takviyesine sahip. Muhtemelen Trump ve Brexit hadiselerinde de olduğu gibi, dijital ortamda, sosyal medya üzerinden sistematik dezenformasyon desteği de devrede. Basit ifade edilen büyük yalanlar ve komplo hikayelerine dayalı propaganda teknikleri de her zaman olduğu gibi etkili. "Batı", "İslam", "Avrupa", "aydınlar", "elitler" gibi siyasi kimliği belirgin olmayan özneler, bazen doğru veriler de araya karıştırılarak şeytanlaştırılıyor. Fransa halkı "büyük oyunu bozmaya" davet ediliyor. 

Demokrasilerin sınavı

Yirminci yüzyıldan kalma aşırı sağcı milliyetçilik hortlarken, Batı demokrasileri de yeniden çetin bir sınavla karşı karşıya: gelir dağılımı dengesizlikleri, küresel ekonomi, teknoloji ve göçmen akımlarının istihdam ve geçim dertlerine karıştığı "ötekiler" korkusu; değişim korkusu. 

Sadece Fransa'da değil, Amerika'dan Japonya'ya, Avrupa'dan Latin Amerika'ya tüm "geniş Batı" dünyasında benzer sorunlar var. Merkez siyasetin iktidarları kısa vadeli popülist politikalar ile orta vadeli reformlar arasında bocalıyor. Eğitim, yeniden sanayileşme, iş piyasaları, yargı, Avrupa entegrasyon sistemi, yeşil ve dijital dönüşüm gibi olumlu sonuçları orta vadeli yapısal reform politikaları kaçınılmaz. Diğer yandan bir sonraki seçime kadar halkı memnun edecek veya mağdur hissettirmeyecek politikalar da şart. İşte iki seçim arasında bir yandan bu orta vadeli reformların sosyo-ekonomik dönüşüm sancıları ile, diğer yandan seçmenlerin kısa sürede icraat beklentileri arasında senkronizasyon sağlamak seçilmiş hükümetler için kolay olmuyor.

Fransa'da ki son durum diğer Avrupa ülkelerine göre radikal bir farklılık içeriyor. Örneğin Almanya'nın en büyük partisi sosyal demokratların (SPD) muadili, Avrupa Parlamentosu'nda da aynı siyasi grup üyesi olan Fransız Sosyalist Partisi (SP) adayı sadece yüzde 2 oy aldı. Alman merkez sağı (CDU-CSU) ile Avrupa Parlamentosu'nun en büyük grubu olan Avrupa Halkları Partisi'nde yer alan Fransız Cumhuriyetçiler'in adayı da yüzde 5'de kaldı. Almanya'da nispeten marjinal olan aşırı popülist sol Linke'nin Fransız muadili Mélanchon yüzde 20, aşırı sağcı AfD'nin Fransız dostları Le Pen ve Zemmour ise toplamda yüzde 30 oy aldılar. Alman hükümetinin ortağı Yeşiller'in Fransız muadili de 5yüzde altında kalırken, Berlin'deki hükûmetin küçük ortağı liberal FDP, Avrupa Parlamentosu'nda Fransa'nın lideri Macron'un partisi aynı saflarda. Fransa siyasi yelpazesi ilk defa Avrupa'dan bu kadar ayrışıyor. 

Tabii bu sadece cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yansıması. Sonrasında Meclis seçimlerinde ortaya siyasi partiler arasında biraz daha dengeli bir manzara çıkabilir. Merkez sol ve sağın eridiği bir dönemde Macron sol-liberal eksende bir yeni siyasal alan yarattı. İlk döneminde mecliste de kendisini destekleyen rahat bir çoğunluk sahibi oldu. Bu sefer daha çok ortaklı çoğunluk kurgulamak zorunda kalabilir. 

İkinci Macron döneminde ancak pandemi sonrası ekonominin toparlanması, vergi reformu, sosyal güvenlik ve emeklilik alanlarında başarı bir sonraki dönemde aşırı popülist hareketlerin yükselişini durdurabilir. Avrupa Birliği'nde kurumsal reform, Euro bölgesinde mali politika araçlarının gelişmesi, dijital ve yeşil dönüşüm, enerji, göç, savunma gibi bir çok önemli alanda atılımlar için Paris'te kimin iktidarda olduğu ve ne yaptığı önemli. 

Fransa'da siyaset değişirken yüzyıllardır olduğu gibi Avrupa'yı ve dünyayı etkilemeye devam edecek. Bu nedenle bir kaç yıl öncesinden bir kitabımdan güncellenmiş satırlarla devam ediyor bu makale.

Fransa'nın ruhu

Fransa kendini kıta içinde kıta olarak görür. Avrupa'da kendi başına bir dünyadır. Hem Atlantik'tir, hem Akdeniz. Hem sanayi ülkesidir, hem de tarım. Hem Katolik, hem ultra laik. Aynı zamanda Protestan, Yahudi ve Müslüman… Sosyal dayanışmacı, eşitlikçi, çevrecidir, hem de küresel liberal. 

Bir taraftan simgesi olan horoz misali çatışmacıdır. Her uzlaşmazlık belirtisinde sokaklara taşan şiddetli gösteriler, televizyon programlarına yansıyan sert çatışmalar, Astériks gibi çizgi romanlarda ve sinemada hicvedilen kolektif fevrilikler. Diğer taraftan da Jean Jacques Rousseau ve Montesquieu ile doktrinleşen "Toplumsal Sözleşme" ve köklü bir anayasal düzen geleneği. Descartes'ın akılcılığı, Jaurés'in hümanizmi, Sartre'ın varoluşçuluğu ve Raymond Aron'un sağduyulu idealizmiyle çeşitlenen çağdaş bir toplum kültürü...

İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilere karşı en güçlü sivil direniş de, onlarla en derin işbirliği de Fransa'da gerçekleşmiştir. Londra'ya sığınan General De Gaulle'ün radyodan Manş'ın öteki yakasına ilettiği işgale karşı mücadele çağrıları, yeraltındaki direniş hareketi için büyük moral kaynağı olmuştur. Aynı anda bir başka asker Birinci Dünya Savaşı kahramanı Mareşal Pétain ise, Vichy kentinde kurduğu Nazi işbirlikçisi hükümetiyle kendi halkı üzerinde baskıya ve  Yahudi Soykırımı'na alet olmaya uzanan lekeleri dökmüştür Avrupa tarihine. Fakat Fransa geçmişiyle hesaplaşma dürüstlüğünde de, önce bocalamış sonra başarılı olmuştur.

İmparatorluk ve Cumhuriyet 

Eski bir sömürge imparatorluğudur Fransa. Aynı zamanda da, bugün Afrika, Amerika, Pasifik ve Uzakdoğu'dan çoğu eski sömürge elli beş ülkenin Fransızca dili etrafında oluşturdukları Frankofoni'nin doğal lideridir. Fransa 20. yüzyılda sömürgelerin bağımsızlığı dalgalarına önce direndi, sonra himayeci bir tutumu tercih etti. Fakat Paris'te Ulusal Meclis'te bir Fransız toprağı olarak temsil edilen Cezayir'de çok zorlandı. Şiddet batağına saplandığı Kuzey Afrika'dan Fransa'yı çekip kurtarmak, bu vesileyle siyasete geri dönen De Gaulle'e nasip oldu. Karşılığında anayasal düzen yenilendi, Fransa yarı başkanlık sistemine ve De Gaulle de neredeyse bir seçilmiş kral yetkileriyle donatılmış cumhurbaşkanlığına kavuştu.

Fransa imparatorluk geleneğiyle cumhuriyetçiliği aynı potada eritir. Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra, Batı ve Orta Avrupa'da birçok imparatorluk denemesi yaşandı ise de, yakın çağda bu yönde en kapsamlı girişim Napoléon ile Avrupa tarihine damgasını vurmuştur. Siyasal söylemde ise, "Cumhuriyet değerleri" dendi mi akan sular durur. Fransa şatoları ve saraylarıyla, aristokratik ihtişama günlük yaşamda verdiği önemle cumhuriyetçiliğine toz kondurmaz asla. Sanatın her dalında, mimaride, kent estetiğinde imparatorluk çizgileri Fransa'da canlı kalmıştır. Cumhuriyetçilik ile özdeşleşen halkçı, eşitlikçi, laik ve anti-aristokratik değer ve biçemler için de durum aynıdır. 

Böylece, Paris'in kent dokusunu simgeleyen, bulvar, bina ve anıtlar, XIV. Louis'den Mitterand'a, III. Napoléon'dan, De Gaulle'e, değişik iktidar oluşumlarının geride bıraktığı izleri taşır. Pompidou, Mitterand, Chirac cumhurbaşkanlığı dönemlerinden geriye anıtlar ve en önemlisi müzeler bırakmıştır. Bugün Paris aynı zamanda, toplumsal günlük yaşamı "15 dakikalık kent" yürüme çemberinde düzenleme ideali, kentle bütünleşen yeşil ve kültürel alanları, teknolojik yenilikçiliği ve girişimcilik eko-sistemi ile dünya akıllı kentler liginde yükseliyor. 

Merkeziyetçiliğin evrimi

Fransa, merkeziyetçi siyasal yönetim ve idari yapılanma anlayışının kutsal toprakları sayılır. Türkiye dahil birçok ülkede modern devletin temellerinin oluşmasında etkili olmuştur. Avrupa'da feodal derebeyleri devrinde, merkezde güçlü bir kralın egemenliğine en etkin geçiş Fransa'da gerçekleşmiştir. Zorunlu askerlik, milli eğitim, milli emniyet, kimlik kartı, vali, kaymakam, vergi dairesi, merkez bankası ve KİT'ler gibi birçok merkezi devlet unsurunun gelişmesinde Fransa öncü rol oynamıştır. Elysée Sarayı'nda ikamet eden cumhurbaşkanı "seçilmiş monark" olarak yönetir ülkeyi. Mecliste kendi partisinden bir çoğunluk varsa, hükümet de fiilen cumhurbaşkanının denetiminde oluyor. Yasama gündemine de hakim oluyor. Fakat parlamentodaki çoğunluk kendi partisinden olmadığı ve dolayısıyla başbakan karşı bir siyasal akımın lideri olduğu zaman, cumhurbaşkanının gücü sınırlanır. Yine de yasamayı ve yürütmeyi tıkayabilir, hükümeti görevden alır, meclisi feshedebilir. 

Diğer bir önemli niteliği, Fransa sanıldığı kadar merkezi bir yönetim modeli olmaması. Son elli yılda kademeli olarak köklü bir yerinden yönetim reformu süreci uygulandı. Ekonomi, dışişleri, içişleri ve milli eğitim gibi bazı bakanlıklar kendi başına önemli iktidar odağı konumuna gelmiş ve alt bakanlıklara bölünmüş durumdalar. İdari yapıda yerel ve özellikle bölgesel yönetim ve parlamentolar son derece güçlenmiş, Paris'in yetkileri nispeten kısıtlandı. Basklar, Brötonlar ve Korsikalılar kültürel haklara sahipler. Deniz aşırı toprakların özel statüsü var. Korsika'nın özerk konumu ise, hâlâ sonuçlanmamış bir sorun olarak gündemde.  

Fransa'da siyaset değişirken, Avrupa tarihinin ruhu da etkilenecek. Fransa yüzyıllardır olduğu gibi Avrupa'yı ve dünyayı etkilemeye devam edecek. Türkiye'yi de doğal olarak...