Aylin Kaplan

20 Şubat 2022

Besteci ve piyanist Derya Kavuncu: Parmaklarının ucunda dünyanın sesi

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ından Prometheus'a yaptığı bestelerle besteci ve piyanist Derya Kavuncu'nun hikâyesi

Besteleriyle dikkat çeken Derya Kavuncu ile klasik müziğe olan ilgisini, albümlerini, müziğin evrenselliğini, beste yapma süreçlerini konuştuk. Kavuncu'nun özellikle son iki yıldaki besteleri ve yayınladığı albümleri sadece Türkiye'de değil, dünya çapında da ilgi görüyor. Öyle ki, 2017 yılında dünya klasik müzik listelerinde yer almayı da başardı. 

Kavuncu müziğini edebiyatla harmanlamayı da ihmal etmemiş. Yazar Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanındaki Olric'ten ilhamla yaptığı bestesi de oldukça etkileyici.

Fotoğraf: Hakan Bintepe

Müzik, sanat, notalarla dolu bu sohbeti okumaya başlamadan önce aşağıdaki play tuşuna basarak söyleşiyi Kavuncu'nun o sakin ve duru müzikleri eşliğinde okumanızı öneririm. Mutlu pazarlar...

- İlk önce biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Ne zamandır müzikle uğraşıyorsunuz? Sizi müziğe teşvik eden şeyler nelerdi?

2011 yılında, İstanbul'da Yeşim Altınay'dan piyano dersleri almaya başladım. Bir şeye kim ile başladığınızın önemi gerçekten büyük. İnsanın soğumasına da sebep olabilir, içine de çekebilir. Yeşim Hoca son derece sabırlı ve sevecen bir hocaydı. Devam etmemin en büyük sebebi oydu bence. Heves gibi görünen bir süreçten sonra, konservatuar okumaya karar verdiğimde ise, Yeşim Hoca beni aynı zamanda İTÜ konservatuarında hocalık yapan çok değerli Nail Yavuzoğlu'na yönlendirdi. Nail Hoca benimle gerçekten çok ilgilendi ve cesaretlendirdi diyebilirim. Yetenek sınavı yeterlilik seviyesi haricinde de yazdıklarımı kendisi ile paylaşıyordum. Aslında hayatıma hep mesleki olarak, oldukça değerli ve nitelikli insanlar etki etti. Benim için esas şans bu oldu. Nail Hoca ile hazırlanıp, Bilkent Üniversitesi Konservatuar Bölümünü kazandıktan sonrası için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Bilkent'te de Yiğit Aydın ile çalışma fırsatı buldum. Ders aralarında kendisine gidip ders dışı besteleme çalışmalarımı gösterirdim. Yiğit Hoca'nın da emeği üzerimde büyüktür. Sıkıştığım hiçbir zaman yardımını esirgemedi.

Bilkent'ten sonra, 2016'dan 2019'a kadar da İtalya'da Guido d'Arezzo Akademisi hocalarından Gabriele Bazzi Berneri ile kompozisyon çalışma fırsatı buldum ve 2.5 sene de orada yaşadım.

Fotoğraf: Hakan Bintepe

- Bir klasik müzik bestecisisiniz. İlk bestenizi ne zaman yaptınız? Sizi buna çağıran duyguyu tarif edebilir misiniz?

Piyanonun başına ilk oturduğumdan beri zaten hep beste yapmak için oturdum. Dolayısıyla belki beste denemez ama kafamdaki ilk müzik tasarımını ilk oturduğum zaman yapmaya başladım diyebilirim. Dediğiniz gibi, şimdiye kadar hep klasik tarzda bestelemelerim oldu fakat bundan sonra açımı biraz daha genişletmek istiyorum. Önümdeki albümlerden bir tanesi, hatta belki de sıradaki çalışmam içinde daha çok jazz ögeleri barındıracak. Bas gitar ve davul da eklemeyi planladığım bir çalışma yayınlayabilirim.- 

- Albümlerinizden bahsedebilir misiniz biraz? Müzikal açıdan hepsi birbirinden farklı bir anlamda. İlk albümünü çalışırken hangi süreçlerden geçtiniz?

İlk albümüm aslında ilk zamanlarda yazdığım küçük parçaları barındırdı. Fakat gerçekten güzel ilgi gördü. Zaten müziksever insanlardan genel olarak aldığım izlenim, bir eser içinde piyano barındırıyorsa ilgi çektiği yönünde. Tabii bu söylediğim genel müzik dinleyicileri için. Fakat orkestral ve oda müziği için de çalışmalarım oldu elbette.

Şu ana kadar 2 albüm, 3 single ve 2 EP yayımladım. Ayrıca Yeşim Gökalp'in Türk bestecilerden oluşan bir piyano albümünde de bulundum. Benim de bir eserime yer verdiği için kendisine de buradan teşekkür etmek isterim.

Tabii her eserimi kayıt etme şansı bulamıyorum ama elimden geldiğince hızlı bir şekilde yayınlamaya çalışıyorum. Son albümümü İstanbul'u düşünerek bestelemiştim. Çok güzel dönüşler aldım. 6 bölümden oluşan bir viyola & piyano eseri oldu.

Onun dışında Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar eserindeki bir karaktere ve 10 bölümlük, Prometheus efsanesine yazdığım farklı eserlerim oldu. Genel olarak elimden geldiğince imkanlar dahilinde farklı orkestralar ya da düetler kullanmaya gayret ediyorum.

"Herkes kendi iç yolculuğu ile Olric'ine kavuştu..."

- Evet, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanına yazdığınız bir parça var. Nasıl gelişti? Önce fikir mi vardı yoksa yazarken kendinizi romanda mı buldun? Oğuz Atay'ın, özellikle Tutunamayanlar'ın sizdeki, sanatçı kimliğinizdeki yeri nedir?

Tutunamayanları 10-11 sene önce okumuştum. Pandemi döneminin getirdiği o depresif hava beni biraz o kitabın içerisine götürdü. Herhalde bu süreçte herkes kendi iç yolculuğu ile Olric'ine kavuştu. Hikâyeyi yüzde yüz hatırlıyorum diyemem tekrar açıp da okumadım açıkçası ama aklımda kaldığı kadarıyla üzerimde bıraktığı etkiyi müziğime taşımaya gayret ettim. Kısacası öyküyü değil de bende bıraktığı izleri besteledim. Duygu durumuma da piyano ve çelloyu uygun buldum ve oradan devam ettim.

- Biri edebiyat alanında olmak üzere iki de kitabınız var. Hâlâ yazıyor musunuz? Sizi dinleyenler yeni edebi metinlerini de okuyabilecek mi?

Evet. Edebiyat demek edebiyatseverlere haksızlık olur fakat 20 yaşında yazdığım bir deneme olarak niteleyebilirim. Henüz hayata, karşı cinse, din algısına veya insan ilişkilerine dair çözemediği birçok şey yaşayan bir karakteri anlatmaya çalıştım diyebilirim. Hâlâ da çözdüğüm söylenemez. Felsefe tarihinde genel olarak varoluşçular arasında, var olma çabasının kendisinin acı dolu bir süreç olduğu tartışılmış. Ben de karakterime biraz acı çektirmiş oldum açıkçası. Şimdi dönüp baktığımda ne kadar saçmalamışım dediğim yerler görüyorum ve bu beni mutlu ediyor aslında. Demek ki aşabildiğim bir süreç yaşamışım. Henüz yakın bir zamanda yenisini yazacağımı pek zannetmiyorum.

Aynı dönemde daha önce de bahsettiğim o ilk eserlerimin içinde olduğu bir kitap yayımladım. Bir kısmı ilk albümümde bulunan parçaların notası olarak da açıklayabilirim. Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Konservatuar Bölümü Öğretim Üyesi Yavuz Durak hocamın çok etkisi oldu bunu yayımlamamda. Bu fikri bana o verdi ve cesaretlendirdi. Ayrıca kitabın arkasındaki CD'yi kendisi seslendirdi. Onun gibi birisiyle bu tecrübeyi yaşamak onur vericiydi.


Fotoğraf: Hakan Bintepe

"Müzik aslında eski mağara yazıları gibi bir dil"

- Müzik evrensel bir dildir ama öte yandan da müzisyenin kendi tarzını, üslubunu ortaya koyma biçimidir de. Siz bu evrenselliğe kendinizden neler katıyorsunuz?

Esasen evrensel mi bilmiyorum ama dünyasal olduğu kesin. Evrenin geri kalanında eminim ki tecrübe edemediğimiz ve duyamadığım daha farklı frekanslar mevcut. Hatta bence Dünya'da bile. Müzik aslında eski mağara yazıları gibi bir dil. Buna benzetmek çok da yanlış olmayacak kanaatindeyim. Semboller ile dili bilen diğer insanlar arasında rahatlıkla sağlanabilecek bir iletişimi mevcut kılıyor. Benim bu dilin neresinde olduğumu şu an için söylemek bence doğru olmayacaktır. İnsan ömrünün sonuna kadar yaptığı her işin sorumluluğunu taşıyor. Dolayısıyla ben gittikten sonra arkamda iyisiyle kötüsüyle her ne bırakacaksam, müzik beni oraya koyacaktır. 

"Eminim benden kat kat daha iyi ve daha yetenekli çocuklar var, vardı ve var olacak ama hepsi içlerindeki o potansiyeller ile gidecek bu dünyadan"

- Sesler insanın zihninden kalbi hislerine doğru akan bir şey midir? Piyano enstrümanlar içinde çok Avrupai bir enstrüman gibi dursa da müziğimizde çok önemli bir yere sahip. Bu bağlamda sizin piyanoyu tercih etme sebebin nedir?

Evet böyle bir düşünce hep oldu, ben de çok karşılaşıyorum fakat Batı müziği aslında topraklarımıza yabancı değil. Hatta tasavvuf müziğinin içine ve Mevlevihanelere, eğer yanlış hatırlamıyorsam 1800'lerde girdiğini, Osmanlı tarafından da yurtdışından gelen müzisyenlerin ve orkestra şeflerinin desteklendiğini okumuştum. Bir başka yazıda ise yine o tarihlerde ney ile Beethoven çalındığı yönündeydi. Türk 5'lilerinin ve zamanın diğer müzisyenlerinin de zaten başarılı uyarlamaları, tema varyasyonları bestelemeleri gibi girişimleri de yabancı olmadığının göstergesi bana göre. Özellikle de İtalyan bestecilerin gelip kültür paylaşımlarında bulunduğu biliniyor.

Piyano sadece dünya müziği için değil aynı zamanda eğitim yaşamında da keman ile birlikte master enstrüman olarak geçiyor. Konservatuar girişlerinde hangi bölüm olursa olsun, genelde belli bir seviyede piyano yeterliliği isteniyor. Benim piyanoyu tercih etmem arkadaşımın kendi evinde bana piyano çalması ile oldu. İlk duyduğumda "Bunu ben de yapmalıyım" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Tabii şu da bir gerçek ki, bu iş elbette kişinin kendi potansiyeli ile ilgili olduğu kadar ailesinin potansiyeli ile de oldukça ilgili. Bir işçi çocuğunun evine piyano alıp da ders görmesi oldukça zor. Hatta imkansıza yakın. Sanatın kendisi ciddi anlamda pahalı bir dal. Eminim benden kat kat daha iyi ve daha yetenekli çocuklar var, vardı ve var olacak ama hepsi içlerindeki o potansiyeller ile gidecek bu dünyadan. Ben bu adaletsizliğin neresinden fayda sağladım kendi adıma bilmiyorum, ama her zaman bunu dile getireceğimi biliyorum. Tabii bir de durumu olup çocuğunu desteklemeyenler var. Onlara diyebileceğim bir şey yok zaten. Benim ailem her kararımda arkamda durdu.

Fotoğraf: Hakan Bintepe

- Bestecinin, icracının kullandığı enstrümanla ilişkisini nasıl ifade edersiniz? Bir müzisyenin enstrüman seçimi onunla ilgili ne söyler sizce?

Bu zor bir soru. Herkese verdiği ve temas ettiği iç dünyası farklıdır diye düşünüyorum. Ama ortak nokta bunun bir araç olarak kullanılması. Neyin aracı olduğu da yine besteci ile ilgili. Neyi anlatmak istiyor ise onun aracı konumuna geliyor. 

- Piyanonun başına oturunca onunla temasın duygularının da açığa çıkmasını sağlıyor mu, ya da bu piyano değilse hangi enstrüman sizin için?

Duygularımın açığa çıkması, beni piyanonun başına oturtuyor demek daha doğru benim için. Yeni bir işe başlamadan önce, bir hazırlık aşaması yaşıyorum. Bazen aylarca sürüyor. Kendi adıma edindiğim bir alışkanlık, bu hazırlık aşamalarından daha çabuk çıkmama yardımcı oluyor. O da sürekli tema yazıyor olmam. Henüz daha bestelemediğim, sadece o an ki ruh halimle yakaladığım tahminen 200'e yakın temam var. Dönüp baktığımda o gün yazdığım bir melodiyi üç sene sonra da bestelemeye başlayabiliyorum, bir hafta ya da bir gün sonra da. Bazen de hemen başlayabiliyorum. Tema ne zaman biteceğine kendisi karar veriyor. Bu aç değilken yemek yemeye çalışmak gibi. Önünüzdeki yemeği yemek istemiyorsanız bir yerden sonra devam etmezsiniz. Fakat bazen aynı yemeğe olan iştahınız, size onu bir çırpıda bitirtebilir.

- Müzisyen istemediği bir eseri çalabilir mi? Böyle bir durumda ne hissedersiniz?

Evet, bu sıklıkla yaşanan bir durum. Herkes istediği işi yapamıyor her zaman, ya da istediği iş gelmiyor diyelim. Esasında hayatın her alanında böyle. Benim için böyle bir durum yok çünkü ben besteliyorum. Ben bir virtüöz ya da konser piyanisti değilim. Hatta sadece icracılar için de değil, orkestra şefleri de artık bıktığı ya da beğenmediği, yapmak istemediği bir sürü işi yapmak zorunda kalıyor. Tabii biraz bağımlı olmak, bir kurumda çalışmak ile de alakalı. Müjdat Gezen'in dediği gibi, kendinin efendisi olmak başka bir şey. Ben şu anda o durumdayım. İlerisi ne gösterir bilemem. 

- Piyano ya da violadan uzakken de sesini işitenlerden misiniz?

Evet, ama bu bana özel bir durum değil bütün müzisyenler bunu yapabilir. Hatta bence olmayanlar da yapabilir. Benim mesleğimden dolayı ek olarak, bir besteyi yaparken illa ki enstrümanların seslerini duymam gerekmiyor. Kağıt ve kalem ile de yapabilirim. Bu alışkanlık işi bence. Bir üstün yeteneklilik tartışması değil. Çoğu arkadaşımın yapabildiğine şahit oldum. Bir işi ne kadar çok yaparsanız o iş o kadar "senleşiyor". Ama absolut kulak olmak ise, hayır değilim. Keşke olsaydım. Dünyayı bir de öyle algılamak isterdim. 

Fotoğraf: Hakan Bintepe

"O ses her zaman oradaydı ve keşfedilmeyi bekledi..."

- Bestelerinizin oluşumundan biraz söz eder misiniz? Bir yaratım süreci olarak nasıl bir auraya sahipsiniz?

Bunun bir ritüeli olduğuna inanmıyorum. Nereden geldiğini anlayamadığımız şeye ilham demişiz aslında. Geldikten sonra nereye gittiğini anladığımızda da sanat adını vermişiz. Her an her fikir insanın aklına gelebilir ve gelmelidir de. Bu bir yaratım değil aslında, bir birleştirici güç görevi görmek. Ben bestelemeyi biraz öyle görüyorum. O sesler, o fikirler, o bakış açıları zaten hep var. Kimse bir ses icat etmedi. O ses her zaman oradaydı ve keşfedilmeyi bekledi diye bakılırsa, insan egosundan kısmak daha mümkün olacaktır.

- Bir bestenin de bir nesne gibi bir tasarım süreci var mıdır? Bu süreçten biraz söz eder misiniz?

Evet dediğim gibi birleştirici güç görevi görmek burada önemli olan. Nasıl bir şey istiyorsak aslında onu tasarlıyoruz. İbrahim Yazıcı dinlediğim bir röportajında yanılmıyorsam Mozart için, "Gerçekten de öyle çalınmasını istediği için mi öyle yazmış, yoksa başka türlü yazamayacağı için mi öyle yazmış?" diye bir cümle kurmuştu. Tabii ki İbrahim Hoca'nın bakış açısına ulaşmam çok zor, o aynı zamanda oldukça iyi bir orkestra şefi. Ama bunu duyduğumda "heh! Evet ya" diye hak vermiştim kendisine. O sıkışmışlığı ortaya bir şeyler çıkartmaya çalışan herkes yaşıyor bence. Elimizdeki koşulları en iyi şekilde kullanmaya çalışıyoruz ama bazen kafamızdakini tasarlamamızda yeterli olmuyor. 

- Çalışırken destek/fikir aldığınız, bestelerinizi yayınlamadan önce dinlettiğiniz birileri var mı çevrende?

Tabii ki öncelikle kendisi de bir sanatçı olan eşim dinliyor herkesten önce. Bazen gelip dinlemesini rica ediyorum, bazen ben çalıyorum, bazen de kayıt dinletiyorum. Hem çalışırken hem sonrasında... Onun fikirlerini önemsiyorum. Hatta bazen danışıyorum. Estetik zevkine ve dürüstlüğüne oldukça güvendiğim biri.

Fotoğraf: Hakan Bintepe

- Bir müzisyen olarak sizi bu alanda zorlayan şeyler neler?

Beni zorlayan, Türkiye'de neredeyse tüm alanlarda olduğu gibi yabancı hayranlığı. Esasen bu bir futbol problemiymiş gibi gözükse de şirketlerde yabancı yöneticiler, futbolda yabancı antrenör ya da futbolcular, tasarımda yabancı tasarımcılar hatta ve hatta bilimde yabancı bilim insanlarına duyulan hayranlık olduğu gibi, benim için de yabancı besteci ve müzisyen hayranlığı. Tabii yanlış anlaşılmasın, ben de yabancılar ile çalıştım, yurtdışında okudum. Birçok yabancı da bizim ülkemize gelip okuyor. Benim bahsettiğim şey el üstünde tutulma ve kendi ülkendeki iş imkanlarındaki öncelik durumu. Türk bestecilere ne kadar değer verildiği de tartışılır. İki elin parmaklarını geçmeyecek kadar insan bu duygularında samimi ve onlar olmasaydı çekmeceye kaldırmak için eser yazıyordum. Ama herkes benim kadar şanslı değil.

Fotoğraf: Hakan Bintepe

- Müziğinizi yaparken herhangi bir biçimde etkilendiğiniz ya da bu yolculukta, yolun bir yerinde rastlaştığınızı, temas ettiğinizi düşündüğünüz sanatçılar ve edebiyatçılar kimler?

Genel olarak kendime rol model aldığım bir kimse yok ama elbette etkilendiğim ve özellikle takip ettiğim sanatçılar var. Bunlara özellikle romantik dönemi göstererek başta Chopin'i, sonrası için de Rachmaninoff ve Mahler gibi isimleri sayabilirim. Müzik dışında Beat Kuşağı yazarlarını fazlasıyla okudum. Türkiye'de de yeraltı edebiyatı diyebilirim. 

- Son olarak, yeni çalışmalarınızdan biraz söz edebilir misiniz? Dinleyicileri neler bekliyor?

Kafamda 3-4 farklı proje var. Dediğim gibi bir tanesi, içerisinde davul da barındıran, Jazz ağırlıklı bir çalışma olacak. Onun dışında, yine içerisinde piyano düetleri olan albümler ve yapmak istediğim bir yaylı çalışması var. Hangisine kendimi daha hazır hissedersem ona önceliğimi vereceğim. Bakalım zaman ne gösterecek.

Söyleşi fırsatı verdiğin için Aylin hem size, hem de fotoğraflar için Hakan Bintepe'ye teşekkür ederim.

Aylin Kaplan kimdir?

Aylin Kaplan lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. İstanbul Üniversitesi'nde Siyaset Sosyolojisi alanında yüksek lisans eğitimini sürdürüyor.

Sendika.Org’da 5 yıl muhabirlik ve editörlük yaptı. Politikyol’da editör olarak çalıştı. Inside Turkey ve K24'e haber ve söyleşiler yapıyor.

Gazeteciliğe T24’te editör olarak devam ediyor.