Ayfer G. Cambier

09 Ağustos 2020

Uzak Ada'nın Kutsal Dağı

Kınabalu dağı gibi gökyüzüne doğru uzadığımızda gözlerimizi kapatıp, belki de kadazanların devasa dağının eteklerinde olduğumuzdan belki de Lungkiam'ın bize anlattığı Kınabalu'yu çevreleyen hikâyelerin etkisiyle, biz de dağın tam zirvesindeki ruhlara yaklaşıyoruz

Bir varmış bir yokmuş, pirelerin tellal olduğu zamanlar olmasa bile yaşadığımız zamanlardan yüzlerce yıl önce bin bir çeşit ulu ağaçlarıyla, zengin bitki örtüsüyle ve bu zengin bitki örtüsünde yaşayan ve sadece bu ormanlara özgü olan canlılarıyla, dünyamızın can damarı yağmur ormanları varmış, uzak, çok uzak bir adada.

Dünyanın en büyük üç adasından biriymiş. Ada sadece yağmur ormanları değil, içinde yaşayan dünyanın başka yerlerinde bulunmayan hayvanları, bitkileri, madenleriyle de çok zenginmiş. Bu doğal zenginliği ilk önce Çinliler gözlerine kestirmiş. Güney Çin denizinden, çorba yapmak için kuş yuvası, hint irmiği, boynuz gagalı kuşların boynuz gagaları, fillerin dişleri, değerli madenler ve yağmur ormanlarının nadir ağaçlarının peşinde adaya ayak basmışlar, arkasından acı biber ve altın madeninin peşinde Arap ve Portekizli tacirler, onların arkasından da dünyanın ilk holdinglerinin örneklerinden biri olan İngiliz, kuzey Borneo firması düşmüş bu hazinelerin peşine.

Onlarla birlikte, ada yerlilerinin halen havaya suya güneşe taptığını gören misyonerler, ada ahalisine yegane ilahi mesajı taşımak için ayak basmışlar adaya.Talan o zaman başlamış. İlk önce ada halkını köleleştirmişler. Ulu ağaçlar gelenlerin durmaksızın işleyen baltaları altında teker teker devrilmişler.

Holdingler devletleşmiş, devletler ise holding haline gelmiş, sonunda adayı bugünkü haline getirmişler. Ne yağmur ormanları kalmış ortada ne de yağmur ormanlarının canlıları. Ormanlarının telef olmasıyla birlikte orangutanlar, güneş ayıları, pigme filler, uçan tilkiler ve ormanın binlerce değerli kuşları da telef olmuş gitmişler.

Daha sonraki yıllarda Amerika'dan, Çin'den, Avrupa'dan, Avustralya'dan gelen daha organize olan firmalar doğal gaz, petrol ve maden için adanın altını üstüne getirmişler. Şimdi ise adanın en büyük talancıları Endonezya ve Malezya'nın politik ve ekonomik elit tabakası. Bugün yağmur ormanlarının yerini yüz binlerce hektarlık palm yağı ağaçları almış durumda. Küçük cepcikler halinde turistlere göstermelik bırakılmış alanlarda bile ağaç kesimi halen sürüyor. Ekolojik olarak çocuklarımıza bırakacağımızı düşündüğümüz zengin doğa mirası, hepimizin düşlerini süsleyen Borneo'da büyük holdinglerin dipsiz hırsı dolayısıyla seneler önce kaybolmuş gitmiş.

Kadazan

Yine tüm bu yağmaya rağmen kendini sürekli yenilemeye çalışan doğası ve üstünde yaşayan kültürüyle Borneo var olmaya devam ediyor.. Çok kültürlü, çok dinli bir yer. Birkaç yıl oturmuş olduğum küçük kasaba Kota Marudu'da bile Budizm, İslam, Hıristiyanlık, Taoism, Hinduizm, ve şu an yok olmak üzere olan adanın en eski inançlarından bir tanesi Animizm ile birlikte yanyana yaşıyor, şimdilik. Ada'nın kuzey ucundaki Sabah bölgesinde bile yüzden fazla etnik grup ve bu ahalinin konuştuğu 32'den fazla lehçe var.

Bu gruplardan bir tanesi Kadazan. Sadece bu grup dokuzdan fazla alt grubu ve on dört farklı dili içinde barındırıyor. Kadazan ahalisinin çoğunluğu misyonerler tarafından hristiyanlığı ve islamı kabul edene kadar, kafatası avcılığını sadece kan davalarında düşmanın kellesini eve getirmek için değil, pirinç hasat zamanı geldiğinde ölmüşlerine sunulan kutsal bir armağan olarakta yapıyorlarmış. Misyonerler yağmur ormanlarının derinliklerinde kutsal mesajlarını yaymaya çalışırken kellelerini de koltuklarının altına almış olmalılar. İlk önce Kadazan halkının kadın lideri Dintas'ı ikna etmeleri gerekmiş bunun için. Dintas misyonerleri dinleyip, mesajlarının halkı için iyi olduğuna karar vermiş. Onun kararıyla misyonerlere kapı açılıp, Kadazan halkı tek tanrılı dinleri kabul etmiş olsalar bile, Dintas kendi animistik inancından ödün vermemiş. Kadazan halkının çoğunluğu hıristiyanlığı kabul etmiş olsa bile, ilkel inançlarından gelen bazı ritüelleri halen sürdürüyorlar.

Öte yandan bugünkü politik iklimde, Sabah, anakara Malezya'nın İslamlaştırma politikaları altında ezilip büzülen bir yer. Sabah halkı çaresizlik içinde Malezya'nın sistemli asimilasyon politikalarına maruz kala dursun, Ada'nın Sabah bölgesini muazzam büyüklüğüyle etkisi altına alan ve ada'nın varoluşundan beri onun gelişimine, yıkımına, yaşayan, değişen ve yok olup giden kültürlerine şahitlik eden ve yaşı milyonlarca yıla eş olan bir dağı var. Kınabalu Dağı. Borneo'nun en yüksek ve ada yerlilerinden Kadazanların kutsal dağı Kınabalu Dağı. Dağın Sabah halkının gündelik hayatını ve Kadazan ahalisinin inançlarının üstünde ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu, dağın eteklerinde geçirdiğimiz bir yoga hafta sonunda öğrendim.

Kınabalu Dağı: Ölmüş ruhların uçup gittiği yer

Kınabalu Dağı, Borneo'nun Sabah bölgesinin en geniş etnik grubu olan Kadazan/Dusun inancına göre 'Ölülerin ikamet ettikleri kutsal dağ'. Sabah'ın kadazan ahalisi ölülerini mezarlıkta değil ama güney Asya'nın en yüksek dağı olan Kınabalu dağının zirvesinde ziyaret ediyor. Onlar için Kınabalu dağının zirvesine sabahın ilk şafağında ulaşıp, dağın yetmiş seksen kilometre ötedeki denize düşen gölgesini seyretmek hacca gitmek gibi bir şey. Niyet tutanların ağaçların dallarına bez bağlaması gibi, bu tırmanışı ölmüş sevdiklerinin ruhlarına saygı olarak yapan kadazan ahalisi de dağın zirvesine yaklaştıkça ziyaretin kanıtı olarak üç dört tane taşı birbirlerinin üstüne dikiyor.

Dağ bu sabah devasa kara bir elmas gibi yükseliyor. Mistik ve öfkeli görünüyor. Bizi dağın eteklerindeki yanıbaşından Kınabalu Dağı'nın verimli sularından bir derenin geçtiği misafirhanesinde ağırlayan Kadazan halkından Lungkiam, dağın adının nereden geldiğiyle ilgili Kadazan mitolojisine dayanan iki hikâye anlatıyor. İlki Kadazanca'da 'Akinabalu' ruhların toplandığı yer.

Kadazanlar paganik ve animistik inançları kaybolup, çoğunluğu misyonerlerin çalışmalarıyla Hıristiyan ve Müslüman olsalar bile, eski inançları gereği dağı hâlâ ruhların zirvesinde toplandığı yer olarak görüyor. İkinci hikâyeye göre ise Cina Balu 'Çinli Dul' anlamına geliyor. Bu hikaye belki de talan edenin romantikleştirilmesinin bir örneği olabilir; Eski zamanların birinde, dağın tepesinde ağzından alevler saçan bir ejderhanın koruduğu, kara bir elmas varmış. Bunun peşine düşen Çinli bir prens güney Çin denizini aşarak Borneo'ya gelmiş ve elmasa ulaşmış ulaşmasına ama Kadazan bir kadına da aşık olmuş. Bir süre sonra ya kadına olan aşkı körelmeye yüz tuttuğundan belki de memleketine olan aşkı üstün geldiğinden geri dönmüş. Karısına bir gün gelip kendisini alıp götüreceğine söz vermiş. Gel zaman git zaman dönen olmamış; gelen gemilerden Çinli prens çıkmamış. Yemekten içmekten kesilen genç kadın vücudunda kalan son enerjiyi de dağa tırmanmaya harcayıp zirveye ulaştığında taş kesilivermiş. O günden beridir Çinli dul anlamına gelen Cina Balu adıyla çağırmaya başlamışlar dağı.

Dağın biyolojik tarihine gelince devasa kara bir elmas gibi Sabah'ın ortasında dikilmesine şaşmamalı. 15 milyon yıl önce erimiş devasa bir kaya yer katmanlarını yırtarak fırlamış ve Sabah'ın ortasında mavi kara devasa cüssesiyle yükselen dağı oluşturmuş. Uzmanlara göre dağ hala yılda beş mm. büyümeye devam ediyor. Dr Lungkiam, 'sadece korkutucu cüssesine bakmayın, bizi besleyip suyundan içirende bu dağ. Atalarımız dağa kutsal demekte haklılarmış.'diyor. Gerçekten de Kınabalu iklimi ve verimliliği; ender bulunan kuş ve hayvan cinslerini bünyesinde barındırmasıyla da dünyanın en zengin dağlarından biri. Devasa çiçek rafflesia'yı ve sinek yakalayan nepenthis çiçeğini ya da boynuz gagalı kuşların her türünü burada bulmak mümkün. Dağa tırmanırken başlayan yağmur ormanları, yükseklere çıktıkça yerini devasa bonzai ağaçlarına bırakıyor. Zirveye iki bin metre kala bitki örtüsü yerini Sabah'ın her yerini hükmeden o kara elmasa bırakıyor. Sabah şafağın sökmesini zirveden görmek isteyenler, iki günlük bir tırmanışı göze alarak, tırmanışın ilk 3273 metresine ulaşıp, dağdaki tek kalacak yer olan Laban Ratu'da konakladıktan sonra ertesi sabahın köründe başlıyorlar son iki bin metrelik tırmanışa. Borneo'nun geri kalan tropikal iklimiyle tam bir tezatlık oluşturan, kemikleri dondurucu soğukta ve karanlıkta, ipler yardımıyla, 'her an düşüp karanlıkta diğer ruhların yanında kendimi bulacağım' korkusuyla çıkılsa da, 'Çinli dulun son gayretiyle çıkıp zirveye ulaşması gibi, son bir gayretle zirveye ulaşıp, şafak saatini orada geçirip, uzaklardan ufuktan yavaş yavaş yükselen güneşle birlikte dağın ovaya düşen gölgesini seyretmek her şeye değiyor.

Lungkiam, 'üç kere tırmandım, bacaklarım izin verirse ölmeden bir kere daha tırmanmak isterim' diyor.

Hafta sonunun son yoga seansında ellerimizi başımızın üstünde havaya kaldırıp, sırtımızı dikleştiriyoruz. Kınabalu dağı gibi gökyüzüne doğru uzadığımızda gözlerimizi kapatıp, belki de kadazanların devasa dağının eteklerinde olduğumuzdan belki de Lungkiam'ın bize anlattığı Kınabalu'yu çevreleyen hikâyelerin etkisiyle, biz de dağın tam zirvesindeki ruhlara yaklaşıyoruz.