Atilla Dorsay

04 Kasım 2022

Zombiler üzerine film çekerken başınıza neler gelebilir!

Korkuyla komediyi birleştirme eylemine genelde sempatiyle yaklaşmama rağmen, doğrusu bu filmi pek sevemedim

 

KESTİK!  

X X ½

(Final Cut / Coupez!)

Yönetim ve senaryo: Michel Hazanavicius
Görüntü: Jonathan Rickeborough
Müzik: Alexandre Desplat
Oyuncular: Romain Duris, Berenice Bejo, Gregory Gadebois, Finnegan Oldfield, Matilda Ana İngrid Lutz, Sebastien Chassagne, Raphael Quenard, Lyes Salem, Jean-Pascal Jady

Fransız filmi, 2022

Son Cannes festivalinin açılış filmi olan ve medyada genelde kahkahalarla karşılanıp büyük ilgi gördüğü yazılan film şimdi huzurlarımızda. Ama Fransız kültürüne olan sevgime, yönetmeninin Oscarlı Artist filmine olan unutamadığım hayranlığıma ve korkuyla komediyi birleştirme eylemine genelde sempatiyle yaklaşmama rağmen, doğrusu bu filmi pek sevemedim.

Film 2017'de çekilen ve festivallerde büyük ilgi gören bir Japon filminin Fransız versiyonu. Yapımcı Vincent Maraval projeyi yönetmen Hazanavicius'e önermiş, o da kabul etmiş.

İlk yarım saat tam bir komedi. Alabildiğine grotesk (kaba) olsa da... Bir 'zombilerin hücumu' filmi çekiliyor: oyuncular kan revan içinde birbirlerine saldırıyorlar. Tüm karakterlerin uzun ve karmaşık Japon adları var!.. Bir noktada filmin emekçilerinden biri bir bilgi veriyor: İkinci savaşta, bölge Japon işgali altındayken, Japonlar gömülü ölüler üzerinde bir deneyim yapmışlar ve yeraltındaki cesetleri diriltmeyi başarmışlar!.. Şimdi olup biteni de bu olayla bağdaştırıyorlar.

Son derece kötü renklerle çekilmiş bu yarım saatlik açılış bölümü teorik olarak tek bir çekimle oluşmuş. Ve de sanki seyirciyi kaçırmak için yapılmış!.. Nitekim bizim zaten tenha olan basın gösteriminde iki arkadaş çekip gittiler!.. Ama sonra bu ilk bölümün son jenerikleri geçmeye başlıyor. Seyirci bunun bir giriş olduğunu, asıl filmin o an başladığını anlıyor. Birden gidişat değişiyor; çünkü filmin çekiminden aylar öncesine gidiliyor.

Ve oradan itibaren, ucuza mâl edilmesine çalışılan bir zombi filminin çekimi üzerine alaycı olsa da biraz belgesel ögeler içeren bir gösteri başlıyor. Birden düzelen (güzelleşen) renklerle, bir zombi filminin beceriksiz biçimde komikleştirilmesinin ötesinde, film çekiminin her açıdan nasıl belalı, zor, çalışanlarına ter döktüren, katılan herkesten büyük çaba isteyen nankör bir iş olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Üstelik film asıl hakları elinde bulunduran, olup biteni yakından izleyen, kendisi de kukla gibi Japon kadını Matsuda Hanım tarafından takip altında!.. Zaten kişilere verilen o çetrefil Japon adları da oradan geliyor; çünkü Japonlar illa da öyle istemiş.

Hele sette her kafadan bir ses çıktığı, kendilerini yukarda gören oyuncuların yönetmen Remi'nin canına okuduğu bir atmosfer egemen olursa... Zavallı Remi'nin giderek kafayı iyice bozması, en gerçekten korkunç anlarda sadece kamerasını ve filmini çekmeyi düşünmesi tuhaf bir atmosfere yol açıyor.

Ve sonra geliyor üçüncü ve son bölüm... Burada o baştaki yarım saatlik bölüm bir anlamda yineleniyor. Her bölümün perde arkası açıklanıyor, özü yeniden yorumlanıyor. O biri alabildiğine mağrur, öbürü sarhoş, bir başkası sürekli kapitalizmi yerin dibine batıran ve politik laflar eden oyuncular; sürekli altına kaçırma korkusu yaşayan bir kameraman; yönetmenin kırılgan ve ürkek eşi; Fatih veya Mounir (Münir anlayın) adları taşıyan başka ırktan emekçiler...

Ama işte, asıl amaçlarına erişemese de, filmin birkaç avantajı var. Bunlardan biri her şeye karşın (hatta gerçek zombilere rağmen!) başlanmış bir işin bitirilmesi, filmin tamamlanması mesajı. Yani o ünlü "The Show Must Go On" sloganı. Bir başka yanı da oyuncularının düzeyi. Fransız sinemasının hayli eskileri de var. Yönetmen Remi'de Romain Duris, eşi Nadia'da Berenice Bejo, politik ağızlı Ken'de Finnegan Oldfield, sarhoş Philippe'de Gregory Gadebois, Fatih'te Jean-Pascal Zadi, Matsuda Hanım'da Yoshiko Takehara (ki orijinal Japon filminde de oynamış) keyifle izleniyor.

Ayrıca kimi sinemasal göndermeler var. Örneğin Lars'ın filmleri denerek ünlü yönetmen Lars von Trier anılıyor, ya da bir oyuncu Adam Driver'a benzetiliyor vs.

Sonuç olarak artıları ve eksileriyle işte böyle bir film. Karar sizin!..

 

AYIN FİLMİ: ÇILGIN PİERROT

 

Milliyet-Sanat dergisinde her ay yazdığım Sinemanın Hazineleri köşesinde bu ay, yakın günlerde ölümü nedeniyle Yeni Dalga'nın öncülerinden Jean-Luc Godard'ı anmak istedim. Ve onun en özgün filmlerinden Pierrot le Fou- Çılgın Pierrot'yu seçtim.

Jean-Paul Belmondo ve Anna Karina'nın oynadıkları film şu günlerde açılan Ankara Film Festivali'nde de gösterilecek.

Dikkatlerinize...

 

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...