BENİM ADIM FERİDUN X X X ½ Yönetim ve senaryo: Çağan Irmak |
Çağan Irmak artık her filmi merakla beklenen ve olay yaratmaya aday bir yönetmenimizdir. Bu sonuncusu da aynen öyle. Hemen söyleyeyim: Kimi filmleri kadar ‘mükemmel’ olmayan bir film bu. Bir Babam ve Oğlum, Issız Adam, Dedemin İnsanları veya Unutursam Fısılda değil. Ama yine de üzerinde konuşulması ve hatta görülmesi gerekli bir film olduğu kesin.
Filmin başında (15 dakika kadar) bir çiftin çözülüşünü ve bir aşkın bitişini izleriz. Halk delikanlısı/ bohem aydın tipi karması Ersan, uzun bir hesaplaşma sonucu kişilikli ve çekici sevgilisi Ayla tarafından terk edilir. Roman yazma hevesinde olup iki satır bile yazamaımş, bir baltaya sap olamamış amaçsız ve avare Ersan, artık onun beklentilerine karşılık veremez olmuştur. Ve ayrılık kaçınılmazdır.
Kısa bir süre için Ersan’ın yalnızlığını ve çöküşünü izleriz. Sonra bir Ege kıyı kasabasına (Erdek’e) gider ve dolaşırken, bir salondan yükselen neşeli sesleri duyup içeri girer. Orada kalabalık bir düğün vardır. Ve Ersan birden kendisini düğün sahibinin (damadın babası) kollarında bulur: Feridun kimliğiyle... Çünkü bu çok kalabalık ailenin yıllardır Almanya’da yaşayan bir kolu ve onların Feridun adlı bir oğlu vardır. Ve Ersan tıpatıp ona benzemektedir. Böylece tüm aile onu bağrına basar.
Ersan zoraki biçimde bu oyuna katılır: bir an önce kaçmayı kurarak... Ama kaçamaz. Üstelik bunu istemez olur. Çünkü giderek tanıştığı, damadın kuzeni olan Hayal adlı genç kıza kapılmıştır. Ve bu belki onun son mutluluk şansıdır.
Film için Mahir Ünsal Eriş adlı bir yazarın hikâyesi kaynak gösteriliyor. Ama biryerlerde bir Kore filminden alındığı da yazılıp çizildi. Öyle de olsa, bize iyi uyarlanmış: Zaten Güney Kore’yle benzerliğimiz hep söz konusu olmaz mı?
Üstelik film bilinen Irmak ustalıklarını taşıyor. İlk giriş bölümü, herbiri çok uzun birkaç çekimden oluşuyor. Ve seyircide bir Zeki Demirkubuz filmi (özellikle de Masumiyet) beklentisi uyandırıyor. Halil Sezai ve Özge Borak’ın popüler bir café’deki uzun diyalogu, sanki Masumiyet’de Haluk Bilginer’le Derya Alabora’nın o ünlü konuşmaları gibi!..
Ancak hemen sonrasında, düğün bölümüyle birlikte bu özellik kayboluyor. Aslında yerini bir başka türde ustalığa bırakarak: Bizim sinemamızda hiç görülmemiş uzun ve kalabalık bir düğün çekimi. Daha hızlı bir kurgu, hareketli bir kamera, hayli kalabalık bir oyuncu ve figüran kadrosuna şaşılası bir egemenlik...
Bu bölüme genelde komedi hakim oluyor. Ve o büyük aile entrikası, bu komedi atmosferi içinde çözülüyor.
Ama görsel başarısı içinde, bu bölüm biraz aşırı kaçıyor. Uzunluğundan komedinin dozuna... Ve ilk bölümle uyumsuzluğuna... Böylece filmin dengesi belli bir yara alıyor. .
Son bölüm ise sanki yine başa dönüyor. Ve en tuhaf koşullarda başlayan bir ilişki ciddiyet kazanıyor. Ama neden sonra!..
Finale doğru bir başka Çağan Irmak özelliği devreye giriyor: Yoğun bir duygusallık, keskin bir duyarlılık. Ve bunları taşıyan deyişler... Örneğin şöyle bir şey: “Hayatın değerini iyi bilin. Ve her nefesinizi bir hediye olarak görün!”
Filmin artıları ve eksileri böylece karşı karşıya geliyor. Artılardan biri yine onun özgü oyuncu seçimi ve yönetimindeki ustalığı. Örneğin kendine özgü şarkıcı Halil Sezai’ye sinemada ilk kez bir baş rol vermek. Riskli bir işti, ama doğrusu başarılmış. Ve sinemamız bir oyuncu kazanmış...
Büşra Pekin’in başarısı şaşırtıcı değil, onun değerini zaten biliyoruz. Yine de hatırlatılması iyi olmuş!.. Zengin yan oyuncular kadrosu da ayrı bir olay. Ki içlerinde yıllardır görmediğimiz isimler var: Defne Yalnız’dan Güngör Bayrak’a. Ayrıca Tarık Pabuççuoğlu’ndan Suzan Aksoy’a diğerleri de döktürüyor.
Sonuç olarak sinemamızın genel görünümü içinde ilginç bir deneme. Özellikle 70 dakikaya yakın o upuzun düğün bölümü gibi bir şey bizde ilk kez denenmiş. Ve başarılmış. Gökhan Tiryaki’nin enfes kamera çalışmasını, iki parçasıyla Halil Sezai’nin ve (biraz gürültüye gitmiş olsa da) Melis Sökmen’in müziğe katkılarını da anmak gerekir.
Yarın: THE ARRİVAL- GELİŞ