X X X Yönetmen: Christopher Nolan |
İşte benim ancak yeni görebildiğim, ama birkaç aydır en çok konuşulan yabancı filmlerden biri. Daha önce görüp yazdığım Barbie ile birlikte... Son haberler yaz fırtınası geçerken Barbie’nin dünya çapında baş sıraya oturduğunu bildiriyor. Ama bu film de birçok şeyiyle çok ciddi bir yaklaşımı hak ediyor. 3 saatlik uzunluğundan inanılmaz zengin kadrosuna; teknik ve teknolojik özeliklerine: kimi zaman insanı esir almasından kimi anlardaysa sıkıntıdan patlar hale getirmesine.
Hikâyeyi herkes duydu; iyi-kötü biliyor. 1940’ların ABD’sinde, büyük savaşa hayli geç giren Amerika’da, belki bilinçaltı bir utangaçlıkla ne yapıp edip 1939’dan beri süren bu faciayı durdurma çabaları artıyor. J. Robert Oppenheimer bu alanda çok iyi yetişmiş bir bilim adamıdır. Cambridge’de okumuş, dünya çapında bir fizikçi... Savaş ilerleyip de faşist Almanya’nın mağlubiyeti kesinleştikçe, ortalık durulur gibi olur. Ama ah o Japonya... O teslim olmayı kabul etmeyen inatçı ülke; bambaşka bir uygarlığın görkemli temsilcisi...
Bunun üzerine ABD çalışmaları hızlandırır. Los Alamos denen ırak bir yöredeki geniş alanda sürekli bomba hazırlığına girişilir. İşin temelinde bir başka büyük adam vardır: ünlü ve efsane bilgin Albert Einstein... O dönemden daha 40 yıl önce ünlü İzafiyet Teorisi’ni bulmuş olan... Oppenheimer’in iyice yaşlanmış, ama aklı hâlâ başında Einstein’la buluşmaları filmin en ilginç bölümleri arasındadır.
Bu arada benzer çalışmaların Almanya’da da yapıldığı, hatta o dönemde müttefik olsa bile Rusya’nın da benzer bir çabanın içinde olduğu haberleri gelir. Artık mesele tüm bunları aşıp eyleme geçmektedir. Ve sonunda bomba hazır hale gelir. Yapılan her şey, edinilen her bilgi artık devlete teslim edilmiştir. Öylesine ki Japonya’da önce Hiroshima, sonra da Nagasaki’ye atılan bomba haberi, bizim ekip için de büyük bir sürprizdir. Böylece toplam 110 bin kadar kişinin ölümüyle sonuçlanan bu çaba, artık büyük savaşın sonunu getirmiştir.
Ama edinilen büyük zafer bile Robert Oppenheimer’i umulduğu gibi ölümsüz bir milli kahraman yapmaya yetmez. İlk günlerde her gittiği yerde “Opppie!” çığlıklarıyla karşılaşsa bile... Ve TİME dergisi onu kapakta “The Father of the Atomic Bomb” diye sunsa bile... Sonrası giderek düşüştür. Savaş sonrasının yepyeni atmosferi içinde bombanın etkileri tartışılır; yaratıcıları giderek suçlu pozisyonuna getirilmeye başlanır. Başkan Truman işe el atar; acele sonuç ister. Ve birçok kötü politikacı ve ihtiraslı siyaset insanı Oppenheimer’in amansız düşmanı haline gelir. Onu artık “Şimdi ben öldüm. Artık dünyalarım yok olacak” der hale getirir. Ünlü efsaneye göre o, Prometeus’un tanrılardan çaldığı ateşi çalıp insanlara vermesi gibi bir şey yapmıştır.
Ve bu affedilmez . Davalar açılır, mahkemeler düzenlenir, yargılamalar başlar. Onun eski inançlarına uzanarak ‘komünist’ suçlaması getirilir. Hatta çok daha gerilere gidilip, 30 sonları-40’larda İspanya iç savaşında yine Oppenheimer ailesinin komünistlere desteğinden söz edilir.
Suçlar bulunamazsa da yaratılır. Başkandan senatörlere birçok kişi ona saldırmaya başlar. Birkaç yıl sonra, bir dönemdeki Atom Ajansı’nın başkanı Lewis Strauss, yeni başkan Eisenhower’in kabinesinde bir bakan olmuştur ve özellikle o, Oppenheimer’i yeni baştan yargılatmayı dener.
Filmin kuşkusuz sayısız erdemi var. Ama bunun yanı sıra bence kusurları da... Öncelikle biçim açısından... Genelde eski dönemlerin siyah-beyaz verilmesi, sonrakilerin renkli olması beklenir: böylesinde uzun bir filmde... Ama bunda öyle değil. Birinden öbürüne çabucak geçişler bence kafa yoruyor, fonksiyonel (işlevsel) olmuyor. Bir diğer deyimle, zamansal sıçramalar görsel değişimleri izlemiyor. Ayrıca o siyah-beyaz dediğim şeyin de hafiften maviye kaçan bir hali var!..
Bunun yanı sıra birçok bölüm son derece ‘entel’ konuşmalarla geçiyor. Ayni şey kadınlarda da var üstelik... Film Oppenheimer’in tutkuyla bağlandığı birkaç kadını da gösteriyor. Ve sanki “bilim konuşarak kadın tavlıyor!” Aslında ailesini sevse de... Cinselliğe değinmişken, filmin en vurucu sahnelerinden birini hatırlatayım. Robert o kadınlardan biriyle çırılçıplak sevişirken, birden bir yargılamanın ortasında, kalabalık içinde buluyor kendini. Herhalde bir düş (ya da kabus) görüyor. Ya da bu bir yönetmen fantezisi. Veya cüreti mi desem!...
Ya da bir yargılama sahnesinde bir tanık onun için “Ellerine kan bulaştığını düşünüyor” deyip Robert’e bir mendil fırlatıyor!.. Ve şöyle bağırıyor: “Hiroshima’yı düşünüyor sanki... Bu sulugözlüyü buraya sokmayın!”...
Sonuç olarak bu biraz dengesiz, ama yine de görülmeye değer yapım, bizlere her şeyin ötesinde görkemli bir ABD iç politika sergilemesi, bir Entrikalar Başkenti Washington görüntüsü sunuyor. Dünyanın en büyük devletinin hâlâ süregelen iç kargaşasına değinerek... Geçerken kimi başkanlara ve özellikle Albert Einstein efsanesine de eğilerek...
Gelelim yönetmene v e oyunculara... İngiliz kökenli yazar-yönetmen-yapımcı Christopher Nolan 1970 doğumlu. 1989’da başladığı kariyerinde 90’lardan itibaren Larceny, Following- Takip, Memento- Akıl Defteri, İnsomnia- Uykusuz, Batman- Başlangıç, Prestij, Dark Knight- Kara Şövalye, İnception- Başlangıç, İnterstellar- Yıldızlararası, Dunkirk, Tenet gibi filmler sunmuş. Hemen her iki yılda bir film yaparak... Ve fantastiğe özel bir ilgi duyarak. Bunun en iyi filmi olduğunu söylemek zor; ama en ilginçlerinden biri denebilir.
Görüntülerde Hoyte Van Hoytema, müzikte Ludwig Göransson gibi ustaların yanı sıra, kadronun bir şölen olduğu söylenebilir. Uzun zamandır ortalarda gözükmeyen Cillian Murphy 1976 doğumlu bir İrlandalı oyuncu. Bu film ona öylesine borçlu ki... Bir kez, birkaç çocukluk sahnesi dışında kocaman mavi gözleri, dağınık siyah saçlarıyla gençliğini de, sonraki yaşlılığını da çok iyi veriyor. Bu onun için büyük bir dönüş. Ve bu yılki Oscar’ın da kesin adayı...
Onca oyuncudan hangisini anmalı? Kimi en ünlüler bir görünüp kayboluyor: Kenneth Branagh’dan Josh Hartnett’e, Matthew Modine’dan Rami Malek’e, Casey Affleck’ten Gary Oldman’a... Ama hepsi görevini öyle güzel yapıyor ki... Bu arada bunlardan Gary Oldman, Rami Malek ve Casey Affleck’in son yıllarda Oscar heykelciğini kucakladıklarını hatırlatayım.
Ben ayrıca Robert’in eşi Kitty’de Emily Blunt, Albert Einstein’da Tom Conti, Jean Tatlock’da Florence Pugh, Edward Teller’de Benny Safdie’yi de çok beğendim. Ama Matt Damon’u da unutmadan: Leslie Groves rolüyle o da Oscar’a koşabilir...
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak 2022'de Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar, onu tamamlayan Övgüler, Yergiler, Atışmalar ise 2023'de çıktı. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |