|
Bu şaşırtıcı film, megapol New York dekorunda, kentin alabildiğine ıssız, kuşkulu ve yoksul bir yöresinde geçen polisiye olaylara dayanıyor. Bir ön sunuş bize kentteki Mafya örgütlerinin (ki onlardan Çeçen egemenliğindeki bir tanesiyle tanışıyoruz!) her gece kulüplerden derlediği ‘haracın’ farklı bir barda toplandığını ve oradan götürüldüğünü öğretiyor.
Bob Saginowski, bu barlardan birinin hemen her şeyidir: ortağı, barmeni, başlıca emekçisi. Ve yeri geldiğinde gözü pek ve silahlı koruyucusu. Ortağı, ayni zamanda yeğeni olan şişman ve şüpheli Marv, barın asıl sahibidir. Ama on yıl önce, söz konusu Çeçen Mafyası buraya el koymuş, onu sadece müdür olarak orada tutmuştur.
Çevrede garip şeyler olmaktadır. Hemen hepsi farklı kökenlerden bir avuç insanın arasında, Kuzey Avrupa şiveli Nadia, çıkış yolu arayan yalnız bir kadındır. Eski sevgilisi Eric, yıllar önce öldürülüp cesedi bulunamayan bir adamın ve belki de başkalarının katili olarak tanındığı için, belli bir saygı görmektedir. Ama aslında manyağın tekidir. Latin kökenli olduğu anlaşılan polis Torres ise tam bir dini bütün hıristiyan olup, neredeyse kiliseden çıkmaz. Tıpkı törenlere katılmasa da sık sık oraya uğrayan Bob gibi...
Bunca şüpheli veya açıkça kirli sayısız insanın yanında, Bob gerçekten de tertemiz, hatta bayağı saf bir genç adam olarak ortaya çıkar. Ve seyirci bu çöplükte nasılsa masumiyetini korumuş bu genç adam için gerçek bir kaygı duymaya başlar.
Film, özellikle iki yönüyle seçkinleşiyor: hikayenin orta yerinde gelip patlayan o sürprizle şaşırtan entikası. Ve de müthiş atmosferi. Entrika yanı az-buz değil: o ana kadar hikaye ve kişiler üzerine oluşmuş tüm yargılarımızı allak-bullak eden ve hepsinin yerini değiştiren bir beklenmedik gelişim.
Atmosferde ise çok şeyin rolü var. Öncelikle Lehane’ın kaynak oluşturan hikayedeki inanılmaz karamsarlığı ve hüznü. Bu temel öge, bir yandan kentin özellikle gece sahnelerindeki kullanımı ve ‘tekinsiz’ görünümüyle pekişiyor. Öte yandan, iyi seçilmiş uluslarası bir kadroya dayanan oyuncuların stilize ve özlü oyunlarıyla da güç kazanıyor.
Besteci Marco Beltrami, müziğini hemen tüm filme yaymış. Özellikle ikinci yarıda entrika geliştikçe, müzik de ‘crescendo’ olarak yükseliyor. Aslında sinemada bu tür işitsel oyunları da sevmem, aşırı müziği de... Ama bu kez sonucun çok iyi olduğunu ve filme çok yakıştığını söylemeliyim.
Filmin görüntüleri de çok başarılı. Oyunculara gelince, son yılların yükselen İngiliz yıldızı Tom Hardy, anlaşılan zirveye gözünü dikmiş... “Millenyum üçlemesi” ile tanıdığımız İsveçli Noomi Rapace, bir kez daha sevecen olmakla ölümcül olmak arasında kalmış bir kadını ustaca canlandırıyor.
Marv’da şişman ve yetenekli James Gandolfini, bu son rolünde zamansız ölümünü bizi bir daha, acıyla hatırlatıyor. Manyak Eric rolünde ise Fransız Jacques Audiard’ın Pas ve Kemik filminde tanıdığımız Belçika kökenli Matthias Schoenaerts, gerçekten önemli bir yetenek olduğunu gösteriyor.
Bu filmde (özellikle ilk yarıda) sıkılabilirsiniz de... Ancak polisiye ve kara-film türünü seviyorsanız ve biraz sabırla filmin inceliklerine katılabilirseniz, çok keyif alacaksınız.
İçinden bol
ceset geçen film!...
|
Kötü adamlar, ‘gömücü’ olarak adı çıkmış Ali ve Sudi’ye habire ceset getiriyorlar. İki kafadarımız, önceki olayda masum oldukları halde tam on yıl içerde yatmış olmanın getirdiği korkuyla direniyorlar. Ama başka çare yok!...Ve böylece bu ölümcül güldürü, üstelik bu kez enfes bir manzaraya karşı, yeniden sergilenmeye başlıyor.
Filmin bana ilk düşündürdüğü, o şahane kıyılarımızı nasıl kötü kullandığımız oldu!..Birçok kez tanık olduğum gibi, kıyılarda en az on (yoksa yirmi miydi?) metrede inşaat yasağı varken, neredeyse denize dayanmış sayısız uyduruk baraka veya ciddi betonarme yapılar var. Böyle olmasa, bu film de yapılabilir miydi? Film biryana, öncelikle el atmamız gereken bir büyük sorun bu...
Filme gelince...Konu açısından ilkinin tekrarı olsa da, bu kez senaryo daha iyi kotarılmış. İlkindeki parlak bir açılıştan sonra gelen tekdüzelik bunda yok. Özlediğimiz iki baş oyuncu, Şevket Çoruh ve Emre Kınay yine formda.
Kadroya yeni katılan emektar Bülent Kayabaş, müthiş bir ‘bunak komşu’ kimliği çiziyor. Bir avuç Rus dilberi ise hem gözümüzü okşuyor, hem de filme bir tür ‘Balalayka’ havası katıyorlar.
Sonuç olarak rahatça izlenen bir yerli komedi.