VAHŞETİN ÇAĞRISI X X X ½ (Call of the Wild) Yönetmen: Chris Sanders Fox filmi |
Klasik Amerikan edebiyatının ünlü yazarlarından Jack London (1876- 1916) birçok romanıyla bizde de iyi tanınır: Beyaz Diş, Martin Eden, Deniz Kurdu, Ateş Yakmak. Ve elbette bu romanı... Çoğu insanın doğayla ilişkisini, giderek savaşımını ele alan ve bu arada insan-hayvan dostluğuna da önem veren yapıtlardır.
Bu roman temelde bir köpek üzerine kurulu. Ve onun birçok insanla, bu arada kendi cinsiyle de ilişkileri ön planda.
Benim çocukluğumda köpek denince akla Lassie gelirdi. Baş yapıtı Lassie Came Home-Eve Dönüş olan bir serinin ilk technicolor çekilmiş filmlerden olan 'domestik' yapımlar. Ki asıl başarıları bizlere gerçek köpek ve hayvan sevgisini aşılamış olmalarıdır.
Sonraları bu hep sürdü. 101 Dalmaçyalı, The Lady and the Tramp, Bolt, Turner&Hook gibi Disney animasyonları; Marley, Benji, Beethowen, Sebastian, Hachiko, Red Dog, Scooby Doo gibi hatırlanan köpek karakterleri... Çok yakın dönemin İsle of Dogs Köpek Adası, White Fang gibi filmleriyle...
Ve sıra geldi, bu ünlü London romanının yeniden uyarlanmasına.
1903'lerde yayımlanan hikâye, California'nın Santa Clara yöresinde açılıyor. Ve yaşlı yargıç Miller'in evindeki iri-yarı Saint Bernard köpeği Buck'ı tanıyoruz. Kendine özgü halleri, son derece insancıl bakışları, etrafında olup biten her şeyi kavrar gibi gözükmeleri, apaçık şımartılmışlığıyla...
Ama o tür köpeklerin çok arandığı bir dönemdir. O çağa damgasını vuran 'Altına Hücum' olayının neredeyse bir benzeri... Bu yüzden, Buck'ın çalınması gecikmez: kendine olan aşırı güveninin de yardımıyla...
Ve kahramanımız bedeninin alışık olmadığı soğuk bir iklimde, Yukon'da yaşamaya çabalar. Önce bir 'posta köpekleri' ekibine girerek... Ve 800 km uzaktaki bir merkeze mektupları taşıyıp hemen geri dönmeye alışarak... Böylece diğer cins köpekler, gri kurtlar ve bir 'alpha' ile ilişki kuracaktır.
Ve elbette insanlarla da... Örneğin postanın başındaki Kanadalı çift. Siyahi Perrault ve beyaz eşi Françoise... Ki Fransızca ikinci dilleridir... Ya da küçük oğlunu yitirmiş, bu yüzden eşinden de ayrılmış mutsuz ihtiyar John Thornton. Ve bu rolde uzun zamandır ilk kez karşımıza gelen Harrison Ford. Kim derdi ki, Indiana Jones günün birinde böylesine yaşlanacak diye... (Laf aramızda 77 yaşındaymış).
Ama tüm bunlar filmin iyi insanları. Elbette kötüler de var. En başta ne insanları ne de köpekleri seven, sadece altının peşinde olan Hal ve ailesi. Ve böylece, en azından köpekler için geçerli olan "sopa ve diş kanunları" devreye girecektir.
Filmin en büyük özelliği, başta Buck, tüm hayvanların en ileri çağdaş teknolojiyle yaratılıp filme katılması. En son The Lion King- Aslan Kral (2019) filminde kullanılmış olan bu yöntem, bu filme de asıl ruhunu katmış. MCT-Motion Capture Technology ya da CGİ-Computer Generated İmage diye adlandırılan bu yönteme, bizde şimdilik 'bilgisayar üretimli imgeleme' deniyor.
Ve kimileri bu yöntemi eleştiriyor. Bu film dolayısıyla da tartışma çıktı. Baş argümansa filmin doğallığını yitirdiği oldu. Ben kendi adıma, animasyon-canlandırma gibi daha klasik Disney filmlerinden (yani 1930'lardan) beri teknolojiye bu kadar başvurmuş ve onu bu denli iyi kullanmış bir alandaki bu eleştirilere kesinlikle katılmıyorum.
Mademki bu sayede Buck perdede bir köpeğe insan yüzünün alabileceği hemen tüm ifadeleri veriyor; tüm mesajları ulaştırıyor; tüm duyguları yaşatıyor... Bizi doğada insanlığın en iyi dostu olan o eşsiz hayvanların dünyasına konuk edebiliyor...
Ve bu sayede benim ve sanırım birçok kişinin gözlerinden sık sık yaş getirmeyi başarabiliyor...
O zaman... Ünlü Fransız deyimiyle "Laissez faire, laissez passer-Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler"...