BONAPARTE X X X Yönetmen: Ridley Scott Amerikan filmi, 2023 |
Fransa kültürü ve tarihiyle birden güncel oluverdi. Sinemada benim eleştirisini çoktan verdiğim, ama gösterimi nedense son dakikada ertelenp 8 Aralık’a bırakılan Jeanne Du Barry adlı çok ilginç filmden sonra, şimdi de Fransız ve de dünya tarihinin en önemli simalarından Napolyon Bonapart’ın öyküsü ekranlara geliyor. Ünlü yönetmen, İngiliz kökenli Ridtley Scott’un tam 2 saat 40 dakikalık, büyük bütçeli ve her açıdan iddalı filmiyle... Ve hemen söyleyeyim: filmin aldığı tepkiler son derece farklı; eski deyimiyle ‘muhtelif!” On üzerinden on veren yazar veya sinefil de var; bir veren de... Bense birçok kez olduğu gibi, yine iki arada ve bir deredeyim!...
Olaylar yalnız Fransa değil, tüm dünya tarihini değiştiren o görkemli 1789 ihtilaliyle başlıyor. Kraliyetlerin kesin baskısını kaldırıp demokrasinin ilk tohumlarını Avrupa’ya serpen bu önemli olay patladığında, Korsika kökenli Napolyon daha 20 yaşında bir askerdir. Ama hırsıyla adım adım yükseliyor; rütbeleri merdiven basamakları gibi atlayıp generalliğe terfi ediyor. Bu arada aşık olmaya da vakit ayırıyor ve 1796’da soylu kökenleri olan Joséphine de Beauharnais ile evleniyor. İşte size onca savaş, aksiyon ve şiddet içinde hiçbir filmde göremeyeceğimiz bir aşk hikayesi; dört başı mamur bir melodram...
Devrim sonrası savaş bitmiyor. Ve Fransa karşısında Avusturya İmparatorluğu, Rusya ve İngiltere gibi dev ülkeleri buluyor. Her biri döneminin önde gelen tiranlarınca yönetilen...İlk yenilgisini 1796’da Avusturya’nın Habsburg hanedanından, ikincisiniyse Nil savaşında İngilizlerden tadıyor. 1799 yılındaki Akka kalesi kuşatmasındaysa Osmanlı’dan tokadı yiyor. Ve arada sık sık Konstantiniyye’den söz ediliyor!.. Bu arada o bitmeyen savaşlarda büyük kayıplar veriliyor. Örneğin İngiltere’ye yollanan 600 bin kişiden sadece 40 bini geri dönüyor...
Ama tüm bunlar sizi yanıltmasın... Filmin en ilgiye değer bir yanı içerdiği ve sözünü ettiğim aşk hikayesi... Josephine gerçekten de şaşılacak bir kadın. Tüm Avrupa’yı titreten o koca, onun için sadece bir diğer erkek...Neredeyse önüne gelenle yatarak, hayatın tadını çıkarıyor. Daha önce bir başkasından çocuğu olmuş; ama Napolyon’a bir evlat vermek istemiyor!.. Tüm bunlar kimi zaman Napolyon’u bulunduğu dünyanın öte ucundan kalkıp, ona baskın yapmaya zorluyor. Ama yine de o tutkudan vazgeçemiyor.
Öte yandan, film hayli edepsiz!... Hem de umulmadık biçimde... Bol seks sahnesi içeriyor: Neredeyse pornoyla flört eden... Böylece belki en çok o iddialı ve de başarılı savaş sahneleriyle dikkat çeken bu epik (destansı) film, öte yandan içerdiği aile ve kadın-erkek ilişkileriyle de insanı şaşırtıyor.
Sanki bunlar da filmin bir ölçüde Fransız gözüyle görülmesinin bir sonucu. Gerçi yapımda hemen tümüyle Anglo-Saxon egemenliği varsa da...
Böylece hayat sürüyor. Napolyon giderek yükseliyor. Bir yeni yüzyıla uzanarak… Ve 1804’te ülkesinin imparatoru oluyor. Tam on yıllığına... Sonrası adalara sürgünler; yeniden dönüp başa geçme çabaları. Ve sonunda gelen kaçınılmaz akibet... Tarihe tam anlamıyla damgasını vurmuş olarak...
Bu yeni zamanlara geçişler filme kimi çok hoş şeyler katıyor. Örneğin o zamanlar çıkmaya başlayan ilk gazeteler ve içerdikleri magazin bölümleri...Emin olun, diyelim ki Hürriyet gazetesini bile kıskandıracak kadar!.. Eee, her şeyin bir başlangıcı var!..
Filmin savaş sahnelerinde içerdiği şiddeti hayal etmek kolay değil. Öylesine bir şiddet ki bu, insan-hayvan (o güzelim atlar örneğin) ayrımı yapmıyor. Paralel biçimde o devrim-sonrası boyunları giyotine teslim edilen kadın-erkek kurbanları tasvir etmek de zor... Bu açılardan filmin amacına ulaştığı ve yönetmenin ününe yakıştığı söylenmeli.
Ama film kusursuz değil. Bunca olumlu veya ilginç ögeye karşın... En büyük zaafı belki de dili. Bunca tipik biçimde Fransız olan bir hikayeyi tümüyle İngilizce çekmek... Doğru olmuş mu? Hele o sözümona Fransızların İngilizlerle karşılaştıklarında yine sözümona başka dil konuşmaları... Arada Paris sokaklarında Vive La France diye bağırırken!..
Yönetmen Ridley Scott 1937 doğumlu. 1980’lerde başlayan kariyerinde Soımeone To Watch Over Me, 90’larda Thelma ve Louise, The Browning Version, Jane’in Zaferi, 2000’lerde Gladyatör, Hannibal, Kara Şahin Düştü, Amerikan Gangsteri, Andromeda Strain, Robin Hood, Exodus, Doğu Ekspresinde Cinayet, Gucci Ailesi, Nil’ de Ölüm, Boston Canavarı, en son Venedik’te Ölüm gibi sayısız çekici filmle ustalığını gösterdi. Böylesine zor bir filmin, hem de 86 yaşında altından kalkabilmek... Tek sözcükle bravo!.. Görüntü ustası Dariusz Wolski’yi de kutlamak gerek.
Oyunculara gelince... Tüm filmi götüren Joaquin Phoenix, perdenin sayılı "tavşan dudak" oyuncularından... Bunu elbette bir küçümseme nedeni sayacak değilim. Ama bence rolü için biraz soğuk kalıyor; sanki o zor karakteri tam yüklenemiyor. Ve bu sadece 1.68 boylu olduğu bilinen, demek ki boyundan çok büyük işler başarmış karaktere tam erişemiyor. Josephine’de Vanessa Kirby bence tüm kadronun en iyisi.
Bir de Rus çarı olarak karşımıza gelen Edouard Philipponnat’a dikkat... Öylesine yakışıklı ki insan şaşıyor: acaba o çar gerçekten böyle miydi; yoksa yapımcılar Rus ırkına bir jest mi yapmışlar diye!..
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |