Atilla Dorsay

02 Haziran 2018

Uzun, geveze, yer yer sıkıcı. Ama yine de bir başyapıt!..

Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın dünya prömiyeri Cannes Film Festivali’nde yapılan yeni filmi ‘Ahlat Ağacı’ vizyona girdi

 

AHLAT AĞACI      X  X  X  X

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: N. B. Ceylan, Ebru Ceylan, Akın Aksu
Görüntü: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Doğu Demirkol, Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, Akın Aksu, Ercüment Balakoğlu, Tamer Levent, Ahmet Rifat Şungar, Öner Erkan, Özay Fecht, Serkan Keskin, Asena Keskinci, Sencar Sağdıç, Kubilay Tunçer, Kadir Çermik

Memento Films/ Bir Türk-Fransız-Alman-Bulgar-Bosna-Makedonya ortak-yapımı.

 

Ahlat Ağacı, Nuri Bilge Ceylan açısından bir dönüm noktası sayılmalı. Bu sekizinci filmi, sanatçının parlak kariyerinde farklı yollara gidişin bir kilometre taşı olabilir.     

 Çünkü bu film öncelikle uzun filmlere alışık Cannes’ı bile şaşırtacak denli uzundu. Orada kimi yıllar üst üste 2 saat veya bunu aşan filmler izledik. Ama bu, 3 saat 8 dakikalık süresiyle sanırım rekor kırdı.

Bu nedenle ilk açıklanan listede yer almadı. Üstelik festivalin son günü gösterildi. Gerçi bu sanatçının bir filminin daha başına gelmişti (Yanılmıyorsam Bir Zamanlar Anadolu’da). Ama bu kez bunun çok açık bir seçim olduğu belliydi.

Niçin son gün gösterildi?

Öncelikle bu, uzunluğunun yanı sıra bu denli yorucu, kimi zaman isyan ettirici ve radikal biçimde farklı filmi neredeyse  yarışma dışı bırakmakla eşanlamlıydı. Son gün, üstelik haliyle yorgun bir jüriye gösterip hem Ceylan’a bir jest yapmak, hem de kazananlar listesinin dışında bırakmak....

Nitekim film hiçbir ödül alamadı. FİPRESCİ- Eleştirmenler ödülünü bile...Uzun zamandır bir Ceylan filmi için şaşırtıcı bir sonuç!.. Ama öte yandan film beklenmedik biçimde onurlandırıldı. Galadan sonra 8 dakikayla 15 dakika arası olarak yansıtılan o bitmeyen alkış tufanıyla... Ayrıca şu ana dek erişebildiğim tüm yabancı eleştirmenler, filmi ağız birliği etmişçesine övdü, övüyor. Az şey mi bu?

Gördüğüm en geveze film!..

Bense bu filme karşı çelişkili duygular içindeyim, daha ortalarda bir yerdeyim. Öncelikle bunun benim kişisel sinema tarihimde gördüğüm en konuşkan, en geveze film olduğunu söylemeliyim. Tüm o tiyatro uyarlamaları, o Shakespeare, Çehov (ki en çok ona benzetiliyor) vb. kökenli uyarlamalar dahil..

Öylesine ki, film boyunca kimse susmuyor. Ve birbirinden çok farklı konularda öylesine ahkam kesiliyor ki... Bir yerde neredeyse hikayesiz bir film izler gibi oluyorsunuz.  Kişileri, konuşmaları, temaları bol, ama hikayesi olmayan... Ama sonra, giderek aradan fışkıran ve görkemli biçimde başkaldıran o ana tema, o bitmeyen hikaye var. Yani o değişmez ve eskimez baba-oğul ilişkisi.

Sanatçı tümüyle ailesi üzerine olan ve zaten bizzat aile bireylerine rol verdiği ilk iki filminden yıllar sonra, yine memleketi Çanakkale’ye dönüyor. Ve sanki o kusursuz çizilmiş baba-oğul ilişkisiyle, bu alanda söyleyemediklerini, bir diğer deyimle içinde kalanları ortaya döküyor.   

Sorunlu bir baba-oğul ilişkisi

Özetle, Sinan öğretmen olarak eğitim alıp mezun olmuştur. Ya sınav verip hemen atanacak (atama bekleyen 300 bin öğretmenle birlikte!), ya da hemen askere gidecektir. Bir başka seçenekse polise ve de ‘çevik kuvvet’e katılmaktır.

Ama asıl ilgisi yazarlıktır. Yazmak ve özellikle Egeli ve Çanakkakaleli olmanın onda yarattığı bin bir duyguyu edebiyat aracılığıyla yansıtmak ister.

Babası İdris de öğretmendir. Vaktiyle ayni yollardan mı geçmiştir? Belki. Ama sonra işin ucunu kaçırmış, kötü niyetli birkaç hemşerisinin etkisiyle tam bir kumarbaz olup çıkmıştır: dört kişilik aileyi geçindirmekten aciz, şuna-buna el açan bir ezik adam. 

Ve sanki tek amacı civarda bir yerde bir kuyu kazıp su bulmak olan... Metrelerce kazdığı halde su çıkmamıştır, çıkacağı da yoktur. Ama o inatla kazar durur.

Değişik konularda uzun diyaloglar

Ve o bitmeyen, upuzun diyaloglar serisi başlar. Liseden sevgilisi, şimdi töre gereği başörtüsü takmış ve bir evliliğe yol alan Hatice. Babanın ezdiği annesi Asuman: ki bol bol yerli dizi izlerken, bir sahnede eski bir Türk filmine takılır: Yılmaz Güney ve Filiz Akın’lı Umutsuzlar.

Ya da baba tarafından dedesi, öfkesini hep dışarı taşıyan Recep. Anne tarafındansa imam dedesi Veysel ve büyükannesi Hayriye. 

Ama başkaları da vardır. En uzun konuşmaları yaptığı... Örneğin ilk kitabı olacak Ahlat Ağacı’nı yayınlamak için  gittiği Çan belediye başkanı. Adam onun istediği alçakgönüllü desteği (2000 TL) reddetmek için bin bir bahane bulur!

Aynı amaçla gittiği bir ‘kitapsever zengin’ ise vaktiyle yerel yönetimden aldığı bol kazançlı işlere karşılık olarak birkaç kültür projesini desteklemiş bir şirketin patronudur.  Ve Sinan’a ancak  bir koşulla destek sunar: Çanakkale’yi dünyaya tanıtan iki şeye, Troya efsanesine ve Gelibolu zaferine eğilmesi!..

En uzun konuşmalardan biri, yine o yöreden bir yazarla olur. Sinan yanıtını içeren, hatta adamı suçlayan sorularıyla onu çıldırtır. Ve olay en sert biçimde sonuçlanır. Hatta bir düş olması ihtimaliyle birlikte.....

Doğanın en güzel görüntüleri, yörenin renkleri

Bir diğeriyse belki tüm filmin en uzun konuşmasına yol açar. Ve Sinan iki genç imamla birlikte günümüzde ülkede ve dünyada dinin etkisi ve özellikle İslam’ın konumu üzerine tartışır. Alabildiğine didaktik ve geveze bir tartışma...

Ama hakkını verelim. Film tüm bu sinema-karşıtı gibi duran bölümlerinde bile olabildiğince sinemasaldır. Bir yandan  Ceylan’ın değişmez işbirlikçilerinden görüntü sihirbazı Gökhan Tiryaki’nin çabasıyla... Ki en uzun konuşmalar bile hareket halindeki bir kamerayla, kentin yörenin veya doğanın en değişik ve etkili görüntüleri eşliğinde sunulur. Kimi sahnelerde en panoramik görüntüler, enfes doğa anları veya yöre renkleri yakalayan kamera, bazen de gökyüzünde uçar olur

Ve de bir sahnede Sinan yöreye ünlü Troy- Truva filminin yapımcıları tarafından armağan edilmiş dev ahşap Truva Atı  heykelinin içine girip saklanır!..

Ahlat ağacı neyin simgesi?

Öte yandan tüm bu didaktik gözüken bölümler ve o uzayan konuşmalar, sonuç olarak sanki görünmez iplerle birbirine bağlanan ve sinemanın büyük etki gücünün de katkısıyla günümüz Türkiye’sinden ve onun haşin, çelişkili toplumsal koşullarından genel bir panoramaya dönüşür.

Ahlat ağacı, aslında çevrede görülen bir ağaç türüdür. Ama babası bunu ailesine benzetir: Aile ahlat ağacı gibi talihsiz bir meyvedir ona göre... Hep maddi sorunlarla boğuşmuştur, onun için “para olmadan hayat olmaz” der. Ama ayni biçimde Yunus Emre’den bir kıt’a da söyler. Ve köpeğini “onu yargılamayan tek canlı” diye ölesiye sever.

Ki o köpek oğlunun ona ihanetinin simgesi olacaktır. Ama “Ben insanları sevemiyorum, onlara katlanamıyorum” diyen, aşkı hiç tatmamış Sinan, bir köpeği sevebilir mi?

Son bölümün başarısı ve olası seyirci ilgisi

Tüm bunlar, bu upuzun filmin ancak son bir saatinde iyice beliren ve insanın içini acıtan bir gerçeklik kazanmaya başlar. Ayni biçimde, filmin belki en sinemasal sahneleri de bu son bölümde karşımıza gelir. En azından birkaçı nefes kesen bir şiirsellik içeren... Ve filmi Cannes’da izleyen dünya eleştirmenlerini de mest eden...

Bu arada Ceylan’ın müzik olarak sadece bir Bach fügü kullandığını ve bunu tam yerinde yaparak filmlerini müziğe boğan yönetmenlerimize örnek oluşturduğunu söylemeliyim.

Bu kadarı yetecek midir? Ve özellikle bizde 200 kopyayla gösterime çıkan filmin seyircisi bu sinefil davete koşacak mıdır?

Kendi adıma kuşkuluyum. En azından Kış Uykusu ile o ‘sanat filmi’ korkusunu yenip salonlara giren ve 300 bin bilet sattıran başarının sürmesi bana zor gözüküyor. Ama bu sonuçta yine Ceylan’ın lehine bir tavır değil mi? Tam seyircisini bulmuş gözükürken böylesi farklı bir film yaparak riske girmesi, onun yaratıcı ve deneyci yanını göstermiyor mu?

Bunu eleştirmeye hakkımız var mı, olabilir mi? Yok elbette...Bu açıdan şimdi aradan çekilip, filmi seyircisiyle baş başa bırakma zamanı demeliyiz.

Bir oyunculuk şöleni

Son sözüm ise oyuncular üzerine olacak. Çünkü bence filmin en değerli yanlarından biri bu. O kalabalık kadro, kimileri ünlü, kimileri yepyeni oyuncular nasıl o rollere cuk oturacak biçimde bulunup kullanıldı!..

Özellikle iki başrol, Sinan ve babası için TV’den gelen Doğu Demirkol ve Murat Cemcir nasıl akıl edildi? Bilinen oyunculardan Serkan Keskin, Tamer Levent, Ahmet Rifat Şungar’ı, kadınlardan Bennu Yıldırımlar veya Özal Fecht’i yeniden bulmak ne güzeldi!..

Ya da daha az bildiğimiz Öner Erkan, Ercüment Balakoğlu, Kubilay Tunçer, Kadir Çermik, Sencar Sağdıç’ı izlemek veya güzellikle oyunculuğu birleştiren Hazar Ergüçlü’yü tanımak ne keyifti!... Hepsine teşekkürler.


Not: Milliyet Sanat’ın Haziran sayısında, geçen ay oynayan Yıldızlar Asla Ölmez filminde hayatı anlatılan Gloria  Grahame’ı anmak için Nicholas Ray imzalı İn A Lonely Place-Tehlike İşareti filmini yazdım, sinemaseverlere duyururum.