STAR TREK: SONSUZLUK X X |
Star Trek dönüyor. Az şey değil: Tam 50 yıllık bir serüvenin son halkası bu... Bir TV dizisi olarak başlamış, TRT’nin ilk yıllarında (yani 60’larda) siyah-beyaz olarak gösterilip bizleri de mestetmiş ve belki ilk kez milletçe fantastik/bilim-kurgusal masallarla o denli haşır-neşir kılmış bir büyük macera... Karşımıza gelen film o denli parlak olmasa da, küçümsemeye hakkımız var mı?
O ilk dizi yıllarında, bizde Atılgan ismi verilen USS Entreprise adlı uzay gemisinin kaptanı Kirk, insan bir anneyle Vulcan ırkından gelen babanın melez oğlu, sivri kulaklı Mr. Spock, aralarında çeşitli ırkların da temsil edildiği (siyahi, slav, sarı ırk) kahramanların zamanın ötesinde (aslında kabaca 2050-60’lı yıllarda) ve uzayda yeni bir düzen kurmaya çalışan Federasyon’un cesur savaşçılarının maceralarını yutarcasına izlemiştik.
Uzay Yolu dizisi elbette varoluşunu TV ekranına değil, sinemaya borçlu olan Star Wars serisi gibi ciddiye alınacak bir olay değildi. İlkel entrikasından cırlak renklerine, ellerinde ve bellerinde sözümona teknolojik kutularla dolaşan kötü oyuncularına dek...
Ama onun da kendine göre bir tadı tuzu vardı: Belki çocukluğumuzda en çok, şimdi kapalı tutulan Alkazar sinemasında izlediğimiz eski seriyal filmlerin kendine özgü lezzetini yıllar sonra bize taşıyan...
Neyse... Sonra dizi kaçınılmaz sinema sürüvenine geçti: 1979’da ve ünlü yönetmen Robert Wise’ın yorumuyla... Dizinin yıldızları yine baş roldeydi: William Shatner- Kaptan Kirk, Leonard Nimoy- Mr. Spock, DeForest Kelley- Doktor. Ardından aynı oyuncular, ama hep değişen yönetmenler geldi: Nicholas Meyer, bizzat Leonard Nimoy (iki kez), William Shatner.
1994’ten itibaren oyuncular da değişti. Yeni filmlerin baş oyuncularından Jonathan Frakes iki kez de yönetmenlik yaptı: eski bir gelenek!.. En son 2013’de tüm kadroyu yine değiştiren Uzay Yolu: Bilinmeze Doğru’yu J. J. Abrams yönetti.
Ve şimdi yeni film geliyor. Sayısız TV dizisi ve filmini bir yana bırakırsak, tam 11. sinema filmi...Bir rekor olmalı: belki eski Tarzan filmlerinin yanısıra...Ve tüm kadro da bir-iki eksiğiyle bir önceki film gibi.
2066’da geçen filmde, Atılgan yine 5 yıllık bir maceranın 3. yılındadır. Gemi neredeyse harap olmuştur ve hiçbir yıldız istasyonuyla iletişimi yoktur. Yeni ve meçhul bir uzay yaratıkları ordusu ise Federasyon’u yıkmaya kararlıdır.
Ve sonunda her şey gelip devasa bir bilgisayar oyununa dönüşüyor. Dur-durak bilmeyen bir tempoyla, birbirinden garip adlar taşıyan türlü-çeşitli uzay yaratıklarıyla… Ama zaten tüm o dizi ve -daha düzeyli olsalar da- o filmler zaten öyle değil miydi derseniz…Haklısınız.
Bu elbette benim/bizim bilim-kurguyu öylesine sevmemize yol açan yapıtlardan değil, asla olmadı: Frankenstein serisinden Maymunlar Cehennemi serisine, 2001’den Fahrenheit 451’e, Avatar’dan İnception’a, X Men: Geçmiş Günler Gelecek’ten Melankoli’ye… İşte onlardır bilim-kurgunun zirveleri.
Araya sızan mizah ve kimi espriler fena değil: Rus gemicinin adının Çehov olması, viskiye karşı votka tartışması gibi… Ama yetişkinlere bir anlık keyif verebilecek bu incelikler, alabildiğine çocuksu ve son derece yorucu bir entrikanın verdiği bıkkınlığı önleyemiyor. Ve zaman zaman filmden çıkıp gidiyorsunuz. Belki de uzaya!..
Film kimi yanlarıyla günümüzün siyasal gerçeklerine uzanıyor gibi: Örneğin ABD güdümündeki bir dünya nizamına karşı artık uzaydan bile gelebilecek bir büyük tepki.
Kimi nostalji anları ise dikkat çekiyor: finalde ilk filmlerdeki ekibin toplu bir resmi. Ya da arada ölen iki oyuncuyu anma: Leonard Nimoy ve Anton Yelchin.
Ama tüm bunlar filmi ‘görülmeli’ kategorisine sokmuyor. Gerçek meraklıları ise şugünlerde Digiturk’de başlayan ve hem seriyi, hem de filmleri gösteren programa göz atmalı. Ağustos sonuna dek, ama olasılıkla tekrar edilir.
Hayatını herkesin önünde yaşamak
OYUN X X ½ |
Oyun, daha geçen hafta Viral adlı gerilim filmlerini izlediğimiz ve şimdilik birlikte çalışan Henry Jost- Ariel Schulman ikilisinin bir başka filmi. Aslında Vidal’den daha önce çekilmiş…
İkili bu kez esinlerini Jeanne Ryan’ın çok-satan romanına dayamışlar. Bu çağımızın bilgisayar oyunları meraklısı gençliğini hedef almış bir roman…
Konusu, sosyal medya ve herşeyi belli bir kitle önünde yapıp etmeyi seven bir yeni kuşağın yaşam biçimi. New York’un Staten Island’ından bir gençlik grubunun iki dişisi, Syd diye çağrılan Sydney ve Vee diye çağrılan Venus, arkadaşlıklarının yanısıra derin bir rekabet içindedirler. Özellikle Syd sosyal medyada hep önde olmaya meraklıdır.
Vee ise daha akıllı, daha duygusal ve özel dünyasına daha düşkündür. Ama o da birden ortaya çıkan ve kısaca Nerve diye adandırılan gizemli bir yarışmanın seyircisi olmaktan da çıkıp oyuncusu olmayı kabullenir.
Bu tuhaf oyun, bilinmeyen bir yerden gelen ve katılımcıları gitgide daha zor, hatta tehlikeli deneyimlere iten komutlara dayalıdır. Başarılan her işin sonundaysa hemen hesaba bir para yatmaktadır: gitgide büyüyen rakkamlarla…
Bu oyundaki başarısı Vee’ye hem gizemli ve yakışıklı bir yeni ‘boyfriend’ tanıtır: Ian. Hem de onu Syd’in giderek büyüyen kıskançlık ve nefretinin hedefi yapar. Acaba gençler bu garip çarktan ve riskli oyundan sağ-salim, tek parça çıkabilecekler midir?
Elbette toplumdaki gizli mekanizmalar ve bilinmeyen güç odakları herzaman 1984 veya The Manchurian Candidate kadar güçlü yapıtlara yol açmaz –roman veya film olarak… Bu da işte çağımızın kimi özelliklerini yansıtan bir yapım.
Ama öylesine naif, öylesine argo deyimle ‘safoş’ duruyor ki…Uzaktan akrabası sayılabilecek bir Hunger Games’in gücüne yaklaşamıyor. Sonuç olarak, kahramanlarının yaş grubuna mutlaka seslenecektir. Ama fazla önemli ve kalıcı olduğunu sanmıyorum.
Meraklıları için: Vee- Emma Roberts bir dönemin oyuncusu Eric Roberts’in kızı. İan- Dave Franco ise James Franco’nun kardeşi. (Çok da benziyor). Vee’nin annesi Nancy’de ise bir dönemin bağımsız filmlerinin harika oyuncusu Juliette Lewis var.