TRENDEKİ KIZ (The Girl on the Train) X X X ½ |
Trendeki Kız, Zimbabwe’de doğup büyümüş, ama uzun süredir Londra’da yaşayan 15 yıllık kadın gazeteci Paula Hawkins’in 2012’de yayımlanan ilk romanı. Yaşadığı semtte ve onu sahil boyunca kateden trende görüp yaşadıklarını engin bir hayal gücüyle harman eden yazar, çok ilgi görüp övülen bir ‘bestseller’ ortaya koymuştu. Trenlere düşkünlüğüm nedeniyle aldığım, ama vakit bulup okuyamadığım...
Hem okuyanların izlenimleri, hem de kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırmak, bunun yoğun, karmaşık, uslupçu bir eser olduğunu gösteriyor. Bu edebi yoğunluk, sinemada ilke olarak korunmuş. Hatta belki görselliğin yardımıyla desteklenmiş olarak...
Ancak özelikle ortalarda işler biraz karışmıyor değil...Yine de finalde tüm çözümler geliyor ve kafalarda biriken sorular yanıtlanıyor. Yine de romanı okumak istiyorum. Edebiyatın tadı başkadır!..
Bu temelde bir ‘kara film’ olan öykü, aslında İngiltere’de geçmesine karşın filmde NewYork çevresine alınmış. Öykü bize artarda üç kadın portresi sunuyor. Önce 30 yaşlarındaki Rachel’i tanıyoruz: boşanmış, alkolik, dalgın ve sorunlu bir kadın... Her gün trene binip New York’taki işine gidiyor. Gerçi kovulduğu için artık işi yok, ama o yine de bu geliş-gidişleri hiç aksatmıyor.
Ve yolculuklarında hep o harika sahil banliyösündeki evleri dikizliyor: tam bir röntgenci!.... Kendi semti olan bu kasabadaki her bir evin sırrına erişmek istiyor. Özellikle ikisinin: biri vaktiyle kendi evi olan, şimdiyse eski kocası Tom’un yeni karısı Anna ve bebekleriyle oturduğu ev. O eve bakışındaki büyük kıskançlık ve nefret yapıtın temel duygularından biri.
Öbürüyse tanımadığı bir çift: Megan ve Scott. Her an her yerde sevişiyorlar sanki. Ve mutluluklarını sergiliyorlar. Ama o da gerçek bir mutluluk mu? Ve Megan’ı uzaktan başka bir erkeğin kollarrında da görmüş olabilir mi?
Bir süre sonra, Megan gizemli biçimde kayboluyor. Ve işin içine polis giriyor. Rachel onun kaybolduğu günden kötü anılar taşıyor Tam olarak ne olduğunu hatırlamıyor, ama kötü bir şeyler olduğu kesin. Acaba Megan’a ne oldu ve bunda Rachel’in sorumluluğu nedir?
Film öncelikte tren olayını işleyen en iyi filmlerden biri. Gerçi tren The Lady Vanishes- Bir Kadın Kayboldu, Strangers on a Train- Trendeki Yabancılar veya Şark Ekspresinde Cinayet’teki gibi, bizzat kötülüğün mekânı olarak kullanılmıyor. Ama bu, trenin birçok hayatı uzaktan gözlemek için en ideal bir mekan gibi sunulduğu belki ilk ve tek film.
Film olayları Rachel’in gözünden ve sesinden sunma özelliğini koruyor. Ve bize birbirinden gizemli üç kadın portresi sunuyor. Ayrıksı, ürkünç, kimi zaman trajik bir kaderle bağlanmış üç çağdaş kadın. Muhteşem Yedili’de hayran olduğumuz Hayley Bennett’in kışkırtıcı ve talihsiz Megan’ı...Rebecca Ferguson’un kocasına bir türlü güvenemeyen Anna’sı.
Ama en başa, Rachel’e gerçek anlamda hayat veren Emily Blunt’ı koymak gerekir. Mükemmel, neredeyse Oscar’lık bir rol...
Üç kadını üç erkek tamamlıyor. İki kadın kahramanın kocası olmuş etek düşkünü Tom (Justin Theroux)...Gözüpek bir serseri gibi davranan ‘haşin erkek’ Scott (Luke Evans). Ve kadınların ortak ruh doktoru, gizemli Kamal Abdic (Edgar Ramirez).
Acaba bunlardan hangisi Megan’ın kaybından sorumludur?
Ayrıca kadın komiserde Mom dizisinin eşsiz annesi Allison Janney ve Tom’un patronunun karısında Friends dizisinin Phoebe’si Lisa Kudrow da farkedilmeyecek gibi değiller!...Ve rolün küçüğü-büyüğü olmaz dedirtiyorlar.
Sürekli geriye dönüşler ve iç monologlarla seyri biraz zorlaşan film, sonunda her şeye karşın işlevini yerine getiriyor. Ve bizi iki saat boyunca perdeye bağladıktan sonra, doyurucu bir finalle kapanıyor. Özellikle ‘kara film’ ve de tren aşıklarına...
YARIN: PETE VE EJDERHASI