X X X X (Four Daughters/ Les Filles d’Olfa) Yönetim ve senaryo:Kaouther Ben Hania |
İşte size yine bir kadın filmi... Zavallılar’dan hemen sonra, yine dünya üzerinde kadınların çektiklerine, her açıdan -canlarından cinselliklerine, özgürlüklerinden onurlarına- saldırıya uğramalarına değinen bir film.
Üstelik gerçek olaylardan yola çıkıyor. Ve üstüne üstlük, belgesel diye tanıtılmasına karşın, bence belgeselle has ve acıklı dramın tam anlamıyla kaynaşmasına dayanıyor. Merak etmemek mümkün mü? Nitekim son Cannes şenliğinde büyük ilgi görmüş.
Hikâye Tunus’ta geçiyor. Kuzey Afrika’nın o çok çekmiş Müslüman ülkelerinden: Fas, Cezayir, Libya ve Mısır’la birlikte... 1990’lı yıllardayız. Olfa Hamrouni’nin artarda dört kızı olmuştur: Ghofrane, Rahma, Eya ve Tayssir... Kadın aslında kız değil, oğlan anası olma peşinde ve umudundadır. Ama kader işte...
O sonradan evliliğini anlatır: Düğün gecesini ve kocasının ilk sekste (ki bu daha çok tecavüz havasında olmuştur) yatakta kan izleri aramasını… Ve de bulmasını. Ama bu, o güçlü kadının o kocayı iyice evirip çevirerek pataklamasından kaynaklanacaktır!.. Ne olursa olsun kadınların iktidarı ellerinde tuttukları bir ailedir bu...
Biz tüm bunları daha sonra öğreniriz. Çünkü film günümüzde, bu filmin çekim çabasıyla açılır. Eskinin o genç kızları, Eya ve Tayssir bizzat kendilerini oynarlar. Sonradan aileyi terk eden Ghofrane ve Rahma ise iki profesyonel oyuncu tarafından oynanır. Ama anneyi oynayan daha önemli bir isimdir: en azından Tunus için... O ülkenin çok sevilen oyuncularından Hend Sabri… Benzer biçimde, anneyi zaman zaman bizzat kendisi oynar; ama gerektiğinde iş Sabri’ye düşer.
Başlarda bu şen bir ailedir ve birlikte büyüyen dört kız kardeş son derece canlı, güleç yüzlü ve sempatiktir. Sürekli şakalaşır, birbirlerine laf atar ve annelerine sevgi gösterirler. Örneğin onun kocasıyla sadece ‘senede bir gün’ seks yaptığı söylenir: o da çocuk sahibi olmak için!.. Dört kızın birlikte birer simsiyah pantolon-bluz takımı giymeleri de eğlencelidir. Ya da evde birbirlerine habire en lezzetli yemekler önermeleri... Ki bunlar sadece hayal ettikleri yemeklerdir!.. Ne yazık ki çok sonra bu, hepsinin baştan ayağa simsiyah çarşaflarla örtünmesine dönüşecektir.
Çünkü Tunus da sürekli değişir. Ben Ali döneminde özgür ve laik bir ülkedir. Sonra o devrilir; yerine katı bir rejim gelir. Kadını örtmenin de hemen zorunlu kılındığı... Zavalı anne artık evlere temizliğe gider. Ve yeni bir koca bulur. Ama yeni kocası da kızları tacize başlamasın mı? Anne çocuklarını alıp Sousse kentine göç eder. Tüm bunlar olurken, filmin belgeselliğiyle hikayeciliği birbiriyle kaynaşır. Örneğin film boyunca kişiler sık sık ortada hiç gözükmeyen yazar-yönetmen Kaouther Ben Hania’ya laf atar, onunla söyleşir.
Ama işler giderek kötüleşir. Dünyada yasadışı, daha önemlisi çağdışı örgüler cirit atmaya, özellikle az gelişmiş ülkelerde varlıklarını en acı biçimde göstermeye başlarlar. Böylece büyük kızların ülkeyi terk ederek IŞİD (ya da DAEŞ, nasıl isterseniz!) örgütüne katıldıklarını görürüz. Tüm o neşe, o özgürlük, o aile sevgisi, o bağlılık geride kalmıştır; katı ve zalim bir din anlayışı laikliğin, hoşgörüsüz bir inanç anlayışı çağdaş yaşam zevkinin yerini almıştır.
Ve film boyunca kâh bizzat kendilerini tanıdığımız, kâh oyuncular aracılığıyla kimliklerine ulaştığımız tüm kişiler, artık acılar içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Eğer ölüp gitmezlerse...
Görüldüğü gibi film kadın sorunlarına son derece çağdaş, gerçekçi, siyasal açıdan önemli ve sanatsal bir göz atıyor. Kadına verilen önem, hele erkeğe kıyasla öylesine büyük ki... Bunun somut bir kanıtı da şu: hikayedeki farklı erkekleri sonuç olarak bir tek oyuncu canlandırıyor: Majd Mastoura. Bu yetenekli oyuncu değişik kişiliklere bürünmede hiç zorluk çekmemiş.
Öte yandan, Tunus deyip geçmeyin!.. Artık bu zamanda her ülkede yaşanan –ya da yaşanamayan- her şeyin tüm dünyayı etkilemesi, tüm ülkelerden ilgi görmesi çağını yaşıyor değil miyiz? Bizden hayli uzak bu ülkede yaşanan bu yoğun dramı da sanınım herkese, hepimize sesleniyor.
Ve sonlarda bir sahne... Tanıdığımız ailenin en genç bireyi, 8 yaşlarındaki küçük Fatima, iki örtülü hatun arasında ayakta, bize bakıyor. O en büyük kardeşin, yani Ghofrane’ın DAEŞ’e giderken ailesine emanet ettiği tek çocuğudur. Artık büyümüştür ve gözlerinde dünyanın tüm korkuları ve kaygıları vardır… Acaba Fatima’nın iyi bir geleceği olabilir mi, ne dersiniz?
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |