Atilla Dorsay

07 Haziran 2020

Trump ve ABD: Her ülkenin kendi siyahları var

Tarih akıp gidecek. Ve bu kendine özgü adam da o uzun galerideki portrelerin arasında yerini alacak: Küçümseme, gülme ve nefret etme arasında bir tuhaf karışım oluşturarak...

ABD'de on küsür gün sonra olaylar hâlâ sürüyor. Bütün hızıyla ve çabucak geçip gitmesi mümkün olmayan biçimde... Dünyanın en büyük devleti, tarihinde görmediği kadar ününe ve etkisine layık olmayan bir başkanı seçmenin cezasını çekiyor. Ve bu kısır döngüden ancak Kasım seçimleriyle çıkabilecek. Ki çıkacağına inanıyorum.

Birkaç şeyi hep yazmışımdır. Bir yandan Amerikan kültürüne olan hayranlığımı: sineması, edebiyatı, cazdan rock'n roll'a müziği ve başka şeyleriyle... Öte yandan bir vakitler onu bir ucundan öbürüne gezip 'derin Amerika'yı da tanımış olmanın getirdiği bir izlenimle...

Ayrıca ırkçılığa karşı tavrımı da okurlarım bilir. Bunun 'en büyük günah' olduğuna hep inanmış ve bunu sayısız yazımda belirtmişimdir. Ama bunun ayni ölçüde dünyanın en iyi paylaşılmış tavırlarından biri olduğu da yadsınabilir mi? Ve ırkçılığa hiç bulaşmamış bir halk var mıdır, olabilir mi? 

Amerikan ırkçılığının hedefleri

ABD'nin yaklaşık 250 yıllık tarihinin (Kuruluşu: 1776) en büyük suçlarından biridir bu... Önce elbette kıtanın yerli halkına, yani kızılderililere karşı. Ve soykırım boyutlarına erişen... Aslında tek başına bir ırk olmayan, hemen tümü Avrupa'dan gelen göçmenlerden oluşan ABD halkı, kısa zamanda baskın ırkların temel özelliklerinden çıkmış bir deyim yarattı: WASP- White Anglo-Saxon Protestan sözcüklerinin baş harflerinden oluşan...

Ve giderek bu tarifin dışında kalanları en basit deyimiyle ötekileştirdi. Bunların arasında bir dönemde Afrika'dan getirtilen köleler, yani Afro-American'lar vardı. Ve de komşu Latin ülkelerin (başta Meksika) hiç bitmeyecek gibi gözüken göç talepleri ve eylemleri.

Bunlara bir ölçüde Yahudi düşmanlığı da eklenebilir. Bu toplumda sanayiden edebiyata ve Hollywood'a oynadıkları büyük role karşın, ABD onlara karşı yeterince dostane davranamadı. Hem de çok uzun tarihlerinin en zor döneminde; Nazi soykırımı sırasında... Anadolu göçmeni yönetmen Elia Kazan'ın 1947 yapımı filmi Gentlemen's Agreement (ki Türkiye'de oynamamıştır) bunun önemli bir tanığıdır. Ve o yıl aldığı üç Oscar (biri en iyi filmdi), toplumun bu konudaki ortak vicdan azabına karşı bir tür sanatsal af dilemedir. Ayrıca yakın zamanda Digiturk'de gösterilen The Plot Against America adlı mini-dizi de o dönemi çok iyi anlatıyordu.

Her toplumun kendi zencileri var!..

Ama bu konular bitmedi, bitmeyecek. Sonbaharda çıkacak olan olan ve son beş yılın yabancı film eleştirilerimi derleyen "Hayatımızı Değiştiren Filmler 2015-2020: Ne Çok Başyapıt İzledik!" adlı kitabımı hazırlarken bunu farkettim. Ay Işığı, Kapan, Yeşil Rehber, Özgürlük Yürüyüşü, Karanlıkla Karşı Karşıya gibi filmler ırkçılığa bakışta yeni ufuklar açıyorlardı...Ve de çağımızın bir başka büyük sorunu olan göçmen hikayelerine eğiliyorlardı: Brooklyn, Jüpiter'in Uydusu, Diren: Zamanı Geldi gibi...

Elbette her toplumun kendi zencileri var!.. Liberal olmanın, özgürlükçü olmanın verdiği sonsuz hakla ABD'ye bakıp olayları eleştirken, dönüp kendimize bakmayı da unutmayalım. Bizim de Kürtlerimiz var... Zaman zaman Alevilerimiz var... Ki şimdi bunlara Suriyeli göçmenler eklendi...

Ayrıca değişik konjonktürlerde, çeşitli azınlıklara karşı işlenmiş günahlarımız var: Varlık Vergisi'nden 6-7 Eylül olaylarına; Madımak katliamından hâlâ çözülememiş ve hâlâ tehditler alan Hrant Dink cinayetine... Büyükada'da 'dünyanın en büyük ahşap binası' olan ve bir türlü onarılamayan Yetimhane'den hâlâ saldırılara uğrayıp duran kiliselere...

Ve belki en önemlisi: Kürt sorununu siyasal ve demokratik bir düzeyde çözmek için kuşkusuz en iyi çare olan bir partinin seçilmiş üyelerinin habire adaletin hedefi haline getirilmesine hoşgörüyle bakmak mümkün mü?

Grotesk bir karikatür gibi

ABD'ye ve Trump'a dönersek... Bu adam sanki bir tatsız şaka; grotesk bir karikatür. Her şeye karşın kendine göre erdemleri olan Amerikan demokrasisinin bağrına saplanmış bir hançer... Gerçekten büyük başkanlar görmüş olan o uzun tarihin hiç hak etmediği... En iyimser bakışla ortaokul düzeyinde bir hayat görüşü ve kültür düzeyi olan; olasılıkla hiç okumayan; doğru-dürüst konuşamayan; mizah duygusu olmayan biri: Hiç güzel bir espri yaptığını duydunuz mu?

dünya sorunlarını, cebindeki teknolojik oyuncağa şehvetle sarılmış yeni-yetmeler gibi, habire tweet atarak çözmeye uğraşan biri. Sanki bilinmeyen gizli güçler tarafından Amerika'yı bölmesi için o göreve yollanmış gibi... O koca ülkenin (nüfusu 330 milyon!) başına hiç yakışmayan...

Ve birçok otokrat yönetimin yaptığı gibi, dini de kullandı; elinde İncil bir kiliseye sığınmaya kalktı. Ama o ülkelerde din adamlarının da belli bir çağdaşlığı var: Katoliklerin Papa'sının sık sık kanıtladığı gibi...Orada da ayni şey oldu ve kilise büyükleri ona gereken yanıtı verdiler.

Böylece tarih akıp gidecek. Ve bu kendine özgü adam da o uzun galerideki portrelerin arasında yerini alacak: Küçümseme, gülme ve nefret etme arasında bir tuhaf karışım oluşturarak... Talihsiz siyahi George Floyd da güzel bir anıtla Amerikan tarihine geçecek ve ölümsüzleşecek.


Not: Bu ayki Milliyet-Sanat'ta yazdığım klasik film, büyük İtalyan ustası Luchino Visconti'nin başyapıtı Senso- Günahkar Gönüller.

Not 2: Biraz tatile çıkıyorum. Bir ay kadar kadar yazmayacağım. Bu arada, 16 Haziran Salı günü CNN-Türk ekranında unutulmaz oyuncu Ayhan Işık için yapılan ve benim de uzunca konuştuğum bir belgesel yayınlanacak: birkaç kez.. Haber vereyim dedim.