Atilla Dorsay

03 Ocak 2020

Trajik star kaderlerinin en ünlülerinden biri

Belki en güçlü yanı bir starla gerçek fan’ları arasındaki o sihirli, tariflere sığmaz ilişkiyi vermesindeki güç. Tüm o konser sahneleri; o kimi zaman gergin, ama çokluk, büyüleyici alışveriş. Hele o The Wizard of Oz’un unutulmaz şarkısı Over the Rainbow’un hep birlikte söylenmesi...

JUDY   

X  X  X  X

Yönetmen: Rupert Goold 
Senaryo: Tom Edge 
Görüntü: Ole Bratt Birkeland 
Müzik: Gabriel Yared 
Oyuncular: Renee Zellweger, Finn Witrock, Rufus Sewell, Darci Shaw, Michael Gambon, Richard Cordery, Jessie Buckley, Bella Ramsey, Adrian Lukis

İngiliz filmi.

Judy Garland’ı sinemalaştırmak... Sadece 47 yıl yaşadığı halde, bir yandan çok küçük yaşta işe başladığı, öte yandan kaderin çizdiği yolu izleyerek sinemanın en trajik ömürlerinden birine sahip olduğu için, hiç de kolay olmayan bir çaba.

Ama özel bir durum bunu kolaylaştırmış. O da Judy’nin yaşamına dayanan Peter Quilter imzalı End of the Rainbow-Gökkuşağının Sonu adlı sahne oyunundan yola çıkılması.

Böylece kalın bir biyografi yerine, dramatik açıdan haliyle seçici davranmak zorunda kalmış bir yapıya dayanıyor film... Elbette Judy hakkında her şeyi öğrenmekten uzak kalıyoruz. Ama karşımıza gelen film öylesine duygu yüklü, oyunculuk mesleği ve starlık kavramı üzerine öylesine öğretici ki... Dayanmak mümkün değil.

Elbette o hayat daha çok bilgiyi ve ilgiyi hak ediyor. 14 yaşında adım attığı Hollywood’da, dönemin en büyüğü MGM şirketince fark edilip kontratla bağlanan, MGM’nin taçsız kralı Louis B. Mayer’in özel ilgisine mazhar olan (ki Mayer adı zaten Metro-Goldwyn-Mayer adının içindedir), 30’lu yılların çocuksu, naif komedi-müzikal türü içinde ve çoğu 'technicolor' filmlerle şöhret merdivenlerini hızla tırmanan Garland, 1939 yılının klasikleşmiş filmi The Wizard of Oz-Billur Köşk’le zirveye çıkmıştı. Oyunculuğunun yanı sıra bir diğer büyük kozu olan sesiyle söylediği Over the Rainbow şarkısını da ölümsüzleştirerek...

Film sanırım oyuna bağlı kalarak Judy’nin yaşamının iki dönemine odaklanıyor. Ve bunları koşut biçimde anlatıyor. Biri o filmin çekildiği yıllar. Özellikle Mayer’le ilişkisi. Ve o yaşta bir star olmanın ağır koşulları. Gençliğini istediği gibi yaşayamamak; acıkınca oturup bir hamburger bile yiyememek; yaşıtlarıyla çıkıp eğlenememek...

Ve Mayer’in temsil ettiği baskıcı bir otoritenin tüm yaşam sevincini elinden almasına izin vermek. Belki birazcık abartılmış biçimiyle... Ve arada sadece yine dönemin ünlü, çocuk yüzlü erkek starı Mickey Rooney’le ilişki kurarak...

Ve sonrası... Ama uzun bir dönemi atlayarak, yaklaşık 30 yıl sonrası. Arada beş koca, bir avuç unutulmaz film ve sayısız şarkı/konser gelip geçmiştir. O eşlerinin en ünlüsü yönetmen Vincente Minnelli’den olan ve artık kendi yolunda giden kızı Liza Minnelli dışında (sahi, o niçin bu kadar az gözüküyor?), üçüncü eşi Sid Luft’tan olma iki çocuğunun peşindedir. Ve sorunlarıyla birlikte düştüğü parasızlıktan kurtulmak için, bir konser turnesine çıkmayı kabul etmiştir. Londra’dan başlayarak...

Ama o artık iyice hasta bir kadındır. Film bunun belirtilerini sık sık gösterirken, daha çocukluğunda  başlayan ve aileden stüdyoya, kocalarından patronlarına çeşitli kökenlerini de bize sunar. O meşum ve değişmez 'şöhretin bedeli' deyimini yeniden akıllarımıza kazıyarak...

Elbette filmin göstermediği birçok şey var. Örneğin baba-kız Minnelli’leri hayatındaki yeri. MGM starı olmanın içerdiği sayısız hoşluklar, ilişkiler, başarılar.

Ya da mesleki dramlar veya düşkırıklıkları. Örneğin 1954’de, yine bir bunalım sonrası döndüğü Hollywood’da ünlü A Star İs Born-Bir Yıldız Doğuyor filmlerinin en unutulmazında, Akademi’nin ondan esirgediği (ve yükselen star Grace Kelly’ye verdiği) Oscar ödülü. Ki belki onun hayatına bir depresyon ilacı etkisi yapabilirdi.

Ya da sonrasındaki az, ama öz film. Nurenberg Duruşmaları veya Bekleyen Çocuk’taki iç burucu oyunları. Bunlar yok.

Ama olanlar da yeterince ilginç. Ve unutulmaz sahnelerle yüreğimize işliyor. Belki en güçlü yanı bir starla gerçek fan’ları (hayranları) arasındaki o sihirli, tariflere sığmaz ilişkiyi vermesindeki güç. Tüm o konser sahneleri; o kimi zaman gergin, ama çokluk, büyüleyici alışveriş. Hele o The Wizard of Oz’un unutulmaz şarkısı Over the Rainbow’un hep birlikte söylenmesi.

Ya da en koyu fan’lar arasında yer alan o gay çift. Ve onların o inanılmaz Judy Garland sevgisi... Ki tüm o sahnelerde -ama özellikle finalde- gözyaşlarımın sel gibi akmasına mani olamadım; açık yüreklilikle söylüyorum.

Aynı biçimde, sanatçının kimi en umutsuz anlarında teselliyi neredeyse 'sokaktan geçen' yabancılarda araması da dokunaklı.

Ve elbette muhteşem Rene Zellweger. Bugün tam 50 yaşında olan (1969 doğumlu), Norveç kökenli Texas doğumlu oyuncu. 1992’de başlanmış bir kariyerde adım adım yükselen, 2003 yılında Cold Mountain-Soğuk Dağ filmiyle yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar aldığında, aynı rolle Oscar’ın yanısıra BAFTA, Critics Choice, Golden Globe ve SAG ödüllerini de alan 13 kadın oyuncu arasına girmişti Zellweger.

Ama uzun süredir ortalarda yoktu. Ve Judy Garland deyince fizik olarak hemen akla gelen biri değildi. Ama işte, olmuş. Hem de kusursuza yakın biçimde... Üstelik tüm o şarkıları da kendisi söyleyerek... Gerçi en azından ünlü ve ödüllü Chicago müzikalinde de bunu başarıyla yapmıştı. Yine de...

Sonuç olarak, yeni yılın ilk güzel sürprizi. Özellikle has sinefiller, onulmaz nostaljikler ve benim gibi sulu gözlüler için...