Atilla Dorsay

25 Eylül 2017

Topbaş giderken ardında bıraktıkları

Bir mimar-başkan ünvanı, bir kenti yönetmek için en olumlu kart-vizit değil midir?

Kadir Topbaş gitti. 2004’deki yerel seçimlerde Türkiye’nin en büyük ve dünyanın en önemli tarihi kentlerinden birinin kaderini eline alan 'mimar başkan' artık yok.

Topbaş sonraki iki seçimi (2009  ve 2014) de kazanmasıyla birlikte, bu kenti en uzun yöneten başkan olmuştu. Toplam 13 yıl... Bu dönemin İstanbul’un tüm tarihinde en radikal değişimleri geçirdiği dönem olduğunu ve bu açıdan (bir önceki belediye başkanı Recep Tayyip Erdoğan dönemini de katarak) İstanbul’un en çok tartışmalı yönetimi olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.

Peki bu dönem ve Kadir Topbaş, İstanbul’un ilerde mutlaka yazılacak olan modern tarihinde nasıl anılacak? Hayırla, minnetle, teşekkürlerle mi? Yoksa yok edici ve yıkıcı bir dönem olarak mı?

Elbette böylesine sorular tehlikelidir. Ne bu kadar uzun bir dönemde yapılanlar tümüyle iyi veya tümüyle kötüdür.  Ne de bir kentin kaderi tek bir yöneticiyle değişebilir. Üstelik Topbaş’ın gerçek bir mimar olması da durumun iyi bir  özelliğidir. Bir mimar-başkan ünvanı, bir kenti yönetmek için en olumlu kart-vizit değil midir? 

Ama galiba öyle olmadı. Bu dönemin sonuç olarak hayırla anılma şansı hiç yok. Daha çok, kentin bir karış toprağına varıncaya dek bir rant alanına çevrildiği, bir yandan yüzyıllardan süzülüp gelen tarihi kimliğinin, öte yandan onca nüfusa nefes alma imkanı getirecek açık, boş yeşil alanlarının en çok boğulduğu ve yok edildiği bir dönem olarak anılacak.

Topbaş’ın mimar olarak değeri pek bilinmiyor. Göz önünde olup bilinen tek eseri yeni Haliç Köprüsü. O da aslında kötü bir yapı değil. Yeterince oryantal ögelerle süslü bir modern geçit. 

Ama yeri çok kötü seçildi. Haliç’in kuzeyinden gelip güneyine inerken önünüzde görkemli bir tablo gibi açılan Eski İstanbul’u sizden saklayan, Süleymaniye’yi bile örten talihsiz bir yapı. Yoksa pekala övülecek bir eser sayılabilirdi. 

Başka? Bize verdiği sözlerden biri Veliefendi civarında oluşturulacak dev şehir parkıydı. Asla gerçekleşmedi.

Bir diğeri ‘kişisel çılgın projesi’ diye lanse edilen Boğaz’ı denizaltından kat’edecek yaya yoluydu. Ama yakın zamanda iptal edildiği haberi geldi. Bu konuda yazan ve “Boğaz’ı köprü ya da gemi/vapurla geçmek varken, niçin insanları denizin altına sokan böylesine maliyeti yüksek, saçma bir proje yapılıyor?” diye soran –görebildiğim kadarıyla- tek yazar olarak, bu iptali memnuniyetle karşıladım.

Ama ya gerisi? İstanbul’un insan nüfusu ve trafik olarak en sıkışık yerlerinde biraz alan açıldığında “Aman burası yeşil alan olsun” diye her feryat kopardığımızda, orası inadına  beton gökdelenlerle dolduruldu: eski İETT binasından  (Cevahir Center) Ali Sami Yen’e (yanındaki tarihi fabrikayı da yutarak yapılan Torun İnşaat blokları).

Eski Karayolları binasından (dev Zorlu Center: hem de kanun gereği korunması gereken o tek simge-binayı da yok ederek!) dev otel ve rezidanslara teslim edilen Ataköy sahilinin tümüne...Otele dönüştürülmeye çalışılan eski Eminönü hanlarından Zeyrek yağmasına...

Hala ve hep tehlike altında olan Kuşdili çayırından sürekli kemirilen Ortaköy vadisine....Yok edilen Göksu mesiresinden birtürlü temizlenemeyen Kurbağalıdere’ye.....

Ve daha neler de neler... Tüm bunlar ve sayısız başka örnekler, sonuç olarak Topbaş’ı ve İBB’yi (Istanbul Büyükşehir Belediyesi) aşan biçimde, Erdoğan hükümetlerinin ekonomiyi hemen tümüyle inşaat sektörüne ve yapılaşmaya teslim eden anlayışının ve bunu kararlı biçimde uygulama politikasının eseridir. 

Bu giderek tam bir rant zihniyetine dönüşmüş ve İstanbul’u (ya da tüm ülkeyi, hiç farketmez!) koruma kaygısını tümüyle yok etmiştir. Zaman içinde koruma kurulları da ya ilga edilmiş, ya da etkisizleştirilerek işlevleri ellerinden alınmıştır.

Ve İstanbul’u bilfil yönetmek, artık başkanı da aşan biçimde, belediye meclisi üyelerine kalmıştır. Onların arasında gerçek kent koruyucuları -mimarlar, sanatçılar, doğa savaşçıları, yeşil kent neferleri, vs.- olmadığından da iş sonunda çıkar ilişkilerine takılıp kalmıştır.

Kimseyi, hiçbir mesleği ve kurumu tümüyle suçlamak istemem.  Ama meclis üyelerinin yapıp ettikleri, görüşülen konuların çok yoğun biçimde imar değişiklikleri olması, bunların sonuç olarak (sevgili Necati Doğru’nun Sözcü’de yazdığı gibi) 13 yılda 500 milyar dolarlık bir rant oluşturması gerçeği, işin rengini açıkça ortaya koymuştur.

İBB meclisi AKP’li üyelerin büyük çoğunluğuyla, artık kentin iyiliği için çalışan bir kamu hizmeti kurumu yerine, daha çok aleyhinde çalışan ve gerçek şehircilik hizmetinden çok olabildiğince yatırımcının çıkarlarına servis veren kendine özgü bir kurum olmuştur. 

Ve son olayda, Topbaş’ın bile kanını beynine çıkardığı anlaşılan beş ayrı konuda, onun ’bekletme’ uyarısına aldırmadan, yokluğunda tüm değişiklikleri onaylamak suretiyle, meclis kendi başkanınına karşı gelmiştir.

İstifa kavramının neredeyse unutulduğu bir toplumda, Topbaş elbette saygın ve örnek oluşturacak bir davranış sergilemiştir. Ve bu bir Kadir Topbaş tarihinde yer alacak bir olaydır.

Ancak bu onun 13 yıllık İstanbul tarihine damgasını vuran yağma, sermayeye çıkar sağlama ve kentin öz kimliğini onarılamayacak biçimde zedeleme etkinliklerine yeterince karşı çıkmadan teslim olduğunu unutturacak değildir. Ne yazık ki değildir...Ama yerine geleceğin onu aratması da sanırım kimseyi şaşırtmayacak!...