Atilla Dorsay

08 Ocak 2016

Tarantino’nun yeni western’i: Tiyatrovari, kanlı ve komik…

Bu hayli tuhaf, yadırgatıcı ve yer yer itici film, herşeye karşın sinemanın büyüsüne erişmeyi ve seyirciyi etkilemeyi başarır

 

THE HATEFUL EIGHT      X  X  X   1/2

Yönetmen: Quentin Tarantino
Senaryo:  Quentin Tarantino
Görüntü: Robert Richardson
Müzik: Ennio Morricone
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Kurt Russell, Jennifer Jason Leigh, Walton Goggins, Tim Roth, Michael Madsen, Bruce Dern, Damian Bichir, Channing Tatum, James Parks, Dana Gourrier, Zoë Bell, Gene Jones, Keith Jefferson, Lee Horsley/ Amerikan filmi.

 

 

  Tarantino’nun yeni (ve tüm afişlerde yazılı olduğu üzere sekizinci) filmi, 167 dakikalık bir dev yapım. Üstadın hayranı olduğu tipik  Amerikan tür sinemasına yeni bir saygı duruşu. Bu kez western cephesinden…Tıpkı bir önceki Django Unchained- Zincirsiz gibi…

  Ama bu kez işin içine polisiye sinemanın, daha da özel biçimde eski usül detektif filmlerinin ögeleri giriyor. Öyle ki, dağ başında bir meyhanede buluşan sekiz kahramanımız, yönetmenin oyuncaklı bir kurguyla desteklediği bir tür soruşturmanın kahramanları oluyorlar. Ve asıl suçlular ancak sonda meydana çıkıyor. Böylece bu iki farklı tür bu filmde buluşuyor.

  Amerikan İç Savaşı’ndan kabaca on yıl sonra, bir avuç değişik insan bu mekanda biraraya geliyor.  ‘Cellat’ lakabıyla bilinen kötüler avcısı eski asker John Ruth (Kurt Russell), yakaladığı kadın çete reisi, kanlı katil Daisy Domergue’i (Jennifer Jason Leigh) adalete teslim edip konan 10 bin dolar ödülü alma peşindedir.

 

Eski federasyon askeri, yine ödül avcısı olan zenci Warren’in (Samuel Jackson) atının teresinde ise iki ceset vardır: yine karşılığında ödül alacağı iki haydudun ölüsü…İşin içine hepsinin ulaşmaya çalıştığı Red Rock kasabasına atanmış yeni şerif (olduğunu iddia eden) Chris Mannix (Walton Goggins); Red Rock’ın resmi celladı Mobray (Tim Roth); meyhanenin geçici sorumlusu gözüken Bob (Demian Bichri); şüpheli kovboy Joe (Michael Madsen) ve de barda sanki yıllardır çöreklenmiş gibi duran, amansız zenci düşmanı yaşlı albay Smithers (Bruce Dern) de girer. Ve macera başlar.

  Bu asorti kişilikler, amansız bir soğuğun egemen olduğu bir iklimde, gerçek sahiplerinin ortada gözükmediği, kapıları kimse girmesin diye içerden çivilenmiş ve her gelenin ancak tekmeyle açtığı bu garip meyhanede biraraya gelirler. Ve birkaç doğa sahnesinden sonra, tüm film bu kapalı mekanda geçer.

  Böylece ortaya değişik ve tuhaf bir film çıkar. Bir yanıyla Tarantino’nun tümüyle tiyatro estetiğine teslim olmuş ilk filmi.  Öte yandan, bunun  sonucu ve belki çıkış noktası olarak, en konuşkan filmlerinden biri, belki birincisi.

  Amerikan tarihinin ve dönemin birçok özelliğinin fonuna ustalıkla yerleştirildiği bir öyküdür bu…Yasaların özellikle Derin Amerika’ya henüz yerleşmediği, birkaç büyük merkez dışında hala şiddetin, hatta vahşetin egemen olduğu ve kaba gücün toplumu yönlendirdiği bir geçiş dönemi… 

  En göze çarpan şeylerden biri elbette zenci düşmanlığıdır. Ülkenin kurucusu Abraham Lincoln’un bu konudaki sözlerine ve çabalarına karşın…Nitekim Lincoln’un Kuzey’in yanında yer alıp savaşmış emektar asker siyahi Warren’e bizzat yazdığı (ve filmin sonunda bile gerçek olup olmadığı anlaşılmayan) mektup, bu nedenle hikayenin baş motiflerinden biri olup çıkar. Ayni biçimde, onun en özlü deyişlerinden biri de filmi kapamak onuruna nail olur.

  Şiddet zaten baştan sona egemendir: her Tarantino filmi gibi. Bu kez asıl hedeflerden biri, bir kadın olur: filmin tek kadın baş kahramanı olan Daisy (diğer kadınlar zaten çabucak ve vahşice öldürülür), film boyunca özellikle John Ruth’dan (ama aslında  herkesten) öylesine hakaret, eziyet ve işkence görür ki, nasıl ölmediğine şaşarsınız!...Hele suratı, sürekli pislik, kusmuk ve kan gibi soylu maddelerle kapalı dolaşır durur!...

    Gerçi kendisi de kötüdür: tam bir malın gözü. Ama yine de bu kadarı, en azından kadın seyircinin protestosuna uğrayabilir!..

  Her açıdan ve herşeyin paroksistik denilen en yüksek, en abartılı düzeyde verildiği bir filmdir bu…Ama zaten abartı, ustanın tipik özelliklerinden değil midir? Ve o zaten abartma eylemini sanat düzeyine çıkarmış bir yönetmen değil midir?

  Öte yandan filmin kuruluşundaki ustalık da gözden kaçmaz. Tarantino bu kez polisiye sinemanın kimi özelliklerine uzanır. Daha önce olmuş bir olayı en sona saklaması ve böylece hem önce olup biteni açığa çıkarma, hem de finali hazırlama eylemi hayli başarılıdır.

  Robert Richardson’ın görüntüleri, bu barok filme gereken canlılığı katar. Ustanın sevdiği türlerden İtalyan Usulü Western (ya da Spaghetti-Western) de hazır ve nazırdır. Özellikle o türün dünyaya tanıttığı büyük İtalyan bestecisi Ennio Morricone’nin görkemli müziği bu izlenimi güçlendirirken, filme de çok şey katar.

  Oyuncular bir başka alemdir. Tarantino hep olduğu gibi eski dostlukları unutmaz, artık kimsenin yüz vermediği isimleri yeniden günışığına çıkarır. Böylece yaşlı albayda kaç yıldır görmediğimiz bir Bruce Dern, bize ne iyi oyuncu olduğunu hatırlatır. Ayni biçimde, Kurt Russell  ve Michael Madsen yeniden perdeye gelirler: Russell o gür sakalın ardında kolay tanınmaz olsa da…

    Bir dönemin çok yetenekli, ama sonra yok olmuş kadın oyuncusu Jennifer Jason Leigh de yine tanınmaz haldedir. Zaten suratına bulaşan mayiler buna imkan vermez!...Ama ne iyi oyuncu olduğunu yine farkederiz. Ve Tarantino’yu kutlarız. Elbette Samuel Jackson ve Tim Roth için söylenecek şey yoktur: herzamanki gibi, kusursuzdurlar. 

  Sonuç olarak bu hayli tuhaf, yadırgatıcı ve yer yer itici film, herşeye karşın sinemanın büyüsüne erişmeyi ve seyirciyi etkilemeyi başarır. Biraz sabır ve hoşgörü pahasına olsa da…

 

Yarın: Kapitalizm üzerine iki film: BÜYÜK AÇIK ve JOY