Küçük bedenleri şehvetlerine kurban edenler… |
Yine gerçek olaylara dayanan film 1974 yılında açılıyor ve sonra 2001’lere uzanıyor. Sahne: ABD’nin en eski kentlerinden Boston (Nitekim birçok sahnesi eski evlerle dolu tarihsel ve pitoresk sokaklarda geçiyor. Ve ABD gibi bir ‘gökdelenler ülkesi’nde bile kent korumacılığının nasıl önemli olduğunu gösteriyor. Görmek isteyenlere!)
İlk bölümde değinilen ve suçlunun din adamları, kurbanların ise küçük çocuklar olduğu bir cinsel taciz olayı, yıllar sonra yine gündeme geliyor. Yeni olaylarla, daha büyümüş ve genişlemiş olarak….
Eski ve saygın yerel gazete Boston Globe ve onun Spotlight denen, sadece önemli haberlere yoğunlaşan ve bir ölçüde özgür küçük ekibi, yeni genel yayın müdürü Mark Baron’un (Liew Schreiber) önerisiyle konuya dalıyor: Walter Robinson- Robby (Michael Keaton), Michael Rezendes (Mark Ruffalo), Sacha Pfeiffer (Rachel McAdams) ve Matt Carroll (Brian d’Arcy James).
Olay giderek büyüyor ve yalnız o yörede 80’e yakın rahibin bu işlere karıştığı ortaya çıkıyor!... Elbette kurbanlar da o ölçüde çoktur. Aralarında toplumun tanıdığı kişiler de olan…
Ama katolik kilisesi elbette kolay teslim olacak değildir. Yörenin en büyük dinsel otoritesi Kardinal Law, bu konuda bir sfenks sessizliğine bürünüyor. Ama ok yaydan çıkmıştır ve artık kimse basının önünde duramaz!...
Şilili Pablo Larrain’in ayni temalara değinen El Club filminden hemen sonra bu filmi görmek ilginç!...Ama konunun hep güncel ve temanın da evrensel olduğu yadsınabilir mi? Şu yazıyı yazdığım gün Cumhuriyet gazetesi “İmam Hatip lisesinde cinsel istismar skandalı” başlığıyla “Ankara’nın göbeğinde 15 yaşından küçük 12 kız öğrencisini taciz ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılan bir öğretmenin” hikayesini duyuruyordu. Ayrıca komşu sütunda da Erzurum’da yine bir tecavüz olayından gözaltına alınan 12 polisten söz ediliyordu.
Nitekim filmin belki en büyük başarısı, vaktiyle taciz edilmiş o insanların tanıklıkları. Çocuklukları mahvedilmiş, psikolojileri allak - bullak olmuş o gencecik ruhlar. Kimilerinin hayatı kaymış, kimileriyse - aslında eşcinsel olsalar bile - binbir güçlükle hayata tutunmuş. Bu açıdan, film seyircisini hayli etkiliyor ve üzüyor.
Bu temanın yanı sıra, bu gazetecilik ve sorumluluğu üzerine o tipik Amerikanvari filmlerden biri. Bu ülke ve kamuoyu basının görevi konusunda özellikle hassastır ve medyanın önemi hep altı çizilen bir konu olagelmiştir.
Aslında bu konuda anılacak o kadar çok film var ki... Yurttaş Kane’den başlayarak günümüze doğru gelirsek, All The President’s Men - Başkanın Adamları, Network - Şebeke, Reds - Kızıllar, 15 Dakika, Larry Flint, The İnsider - Köstebek, Katharina Bloom’un Çiğnenen Onuru, Capote, Veronia Gueren, Wikileaks - Beşinci Kuvvet vb.
Bu yıl bile bu tür filmler hayli çok… Casuslar Köprüsü, Büyük Açık, Room - Oda, Trumbo, Brooklyn…
Film bize bir gazetenin gücünü bir kez daha kanıtlıyor. Bu güç temel bir koşula bağlı: Özgür ve üzerinde baskı olmayan bir medya… Ancak bu durumda ‘dördüncü kuvvet’ gerçekten etkili olabilir ve toplumun pisliklerini temizleyebilir. Bu gerçeğin günümüz Türkiye’sinde hep hatırlatılması gerekiyor. Ne acı!...
Gerçeğin araştırılıp bulunması, suçlunun cezalandırılıp kurbanın temize çıkarılması…Drama sanatının temelini oluşturan iyi - kötü mücadelesinin bir başka çeşitlemesi değil mi bu? Bu açıdan da film ilgiyle izleniyor. Bir polisiye veya western gibi…
Kötülüğün peşine düşmüş olanlardan biri, Garabedyan adlı Ermeni bir avukat. Gazeteye yeni gelen genel yayın müdürü ise bir Yahudi: “ilk kez Boston dışından, üstelik Yahudi bir müdürümüz var!” Bu ırksal değinmeler, en azından kimi gözlemlere ya da şakalara yol açıyor. Hafiften bir ırkçılık kokusu…
Ama bir ‘melting pot’ (mozaik - toplum diye çevirelim) olan ABD, sonunda buna imkan vermiyor. Ve insanlar temelde sadece yapıp ettikleriyle değerlendiriliyor.
Oyuncular tam bir takım oyununu sürdürüyorlar. Hiçbiri öne çıkmıyor, birbirlerini destekliyor. İki küçük roldeki TV şöhretlerine dikkat çekeyim: Kardinal Law’da Blue Bloods dizisinin sevimi büyükbabası Len Cariou. Ve kilisenin gizli savunucusu Pete Conley’de CSİ dizisinden Paul Guilfoyle.
Görkemli bir doğa ve denizle mücadele destanı |
New England denen, ABD’nin kuzeydoğudaki en uç burnu, okyanusun kıyısında sert bir iklimi yaşayan bir yöredir. Hep haşin insanlarla dolu: Denizin her haline mecburen alışmış kösele derili balıkçılar, sık sık zor duruma düşmüş gemilerin emekçi mürettebatı. Ve zaman zaman o gemilerin yardımına koşmayı bilen sahil muhafaza örgütü görevlileri.
Film 1952 yılında gerçekten yaşanmış ve denizcilik tarihine ‘küçük bir tekneyle yapılmış en iyi kurtarma olayı’ diye geçmiş bir olaya dayanıyor. Büyük bir fırtınanın yol açtığı sert hava koşulları, iki ayrı geminin birden heybetli dalgalarla ikiye bölündüğü bir süreci başlatıyor.
Bizim izlediğimiz maceranın kahramanı olan Pendleton gemisi, bölünmeden sonra Mürettebatın daha çok alt kesim emekçilerini barındıran yarısıyla su üstünde kalmıştır: Ölümle karşı karşıya 32 kişi… Onların yardımına tek koşansa, sahildeki komutanın emriyle küçük bir ekibi barındıran yine küçücük bir teknedir: Bir tür intihar eylemi psikolojisi içinde…
Ama inanılmaz fırtına sahnelerinden sonra, bu umut gerçekleşir. Pusulalarıyla birlikte tüm iletişim olanaklarını yitiren küçük geminin büyük badireler atlatan personeli, birden kendilerini sisin içinden bir hayalet gibi beliren yarım geminin karşısında bulur. Bu gerçek bir mucizedir. Ama o küçük teknenin yüklendiği 40’a yakın yolcuyla sağ-salim kıyıya varması, başka bir mucizelik iştir.
Film bana Wolfgang Petersen’in ünlü The Perfect Storm- Kusursuz Fırtına’sından beri izlediğim en iyi gemi filmi olarak gözüktü. Gerçekten de, gerçek yörede yapılmış çekimler, stüdyo sahneleri ve özel efektler, ustaca birbirini bütünleyerek yaşanan dramı inandırıcı biçimde karşımıza getiriyor. O dehşet anlarını ve o korkuyu, sanki onlarla birlikte yaşıyoruz.
50’ler duygusu iyi yaratılmış: Özellikle birkaç sahnede kadınların giysi ve saçlarında… Dönemin dansları, fonda çalan ünlü Les Paul - Mary Ford şarkısı Vaya Con Dios. Ve elbette o dönemin güdük teknolojisinin zorlaştırdığı iletişim koşulları…
En büyük başarılardan biri oyuncu seçiminde. Özellikle erkek oyuncular üzerine kurulu filmde, iki düzineyi aşkın ilginç aktör yer almış. İyi bir seçimle, aslında bir aksiyon filmi olan yapımda her bir kişilik ilginçleşiyor, neredeyse karaktere yaklaşıyor.
Ama en çok iki grubun liderlerini oynayan oyuncuları beğendim. Gemideki 32 kişinin başındaki Raymond Sybert rolünde Casey Affleck harika. Hep sevdiğim (ve Hollywood’un parlak dönem starlarından Tyrone Power’a benzettiğim) oyuncu, nedense biraz ağabeyi Ben Affleck’in gölgesinde kaldı. Oysa oyuncu olarak ondan üstün.
Benzer biçimde, küçük teknenin komutanı Bernie Webber’de Chris Pine da çok iyi. Avustralyalı Eric Bana, bir tür kötü adam kişiliği olan sahildeki ekibin komutanı Cluff’da rolünün kısalığına karşın inandırıcı. Ben Foster da öyle.
Tek baş kadını oynayan genç oyuncu Holliday Grainger ise, o son derece inatçı, yürekli, feminist ve aşık Myriam’da filme ciddi bir duygusallık boyutu katıyor.
Bu düzeyli seyirliği biz İstinye Park’ın dev İMAX ekranında izledik. Bunun etkileyici bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.
YARIN: YALAN LABİRENTİ ve İFTARLIK GAZOZ