Atilla Dorsay

25 Şubat 2025

Soprano deyince ilk akla gelen kadının emsalsiz hikâyesi

“Benim hayatım opera. Operada da mantık aranmaz"

MARİA

X  X  X

Yönetmen: Pablo Larrain
Senaryo: Steven Knight
Görüntü: Edward Lachman
Oyuncular: Angelina Jolie, Alba Rohrwacher, Haluk Bilginer, Kodi Smith McPhee, Stephen Ashfield, Valeria Golino, Caspar Philipson, Lydia Koniordou, Pierfrancesco Favini/

ABD filmi, 2024

Evet, Maria... Eskinin Maria Montez, Maria Schell vb. yıldızları değil. Ama müzik aleminin taçsız kraliçesi Maria Callas söz konusu. Onu anlatan filmin galasını nedense Asya kıtasında yapmayı seçen getirtici şirket nedeniyle görmemiz bu denli gecikti. Ama ziyanı yok... Üzerine yapılan eleştirilerin bolluğu ve üstelik farklılığından sonra, bendenizin naçizane yaklaşımını merakla bekleyen fan’larıma selam!..

Evet, Şili’li yazar-yönetmen Pablo Larrain bizlere Jackie Kennedy’yi anlatan Jackie ve Lady Diana’yı anlatan Spencer adlı biyografik filmlerinden sonra, bu kez opera sanatının en görkemli, en unutulmaz sopranosu olan Maria Callas’a yoğunlaşıyor. 1923- 1977 arası yaşayan, Atina doğumlu, Yunan kökenli büyük soprano. Ki lakapları az değildir: La Diva, La Prima Donna, La Callas… Öyle bir hayat ki bu, tek bir filmle anlatılamaz. Çünkü uzun hayatında savaşta Nazilerin eline düşmüş (filmde çok az gösterilir); sonraları ün yapınca dünyanın en büyük müzik mekanlarında konserler vermiştir: La Scala, Covent Garden, Paris’in dev müzikholleri, Venedik’te La Fenice...Vs. vs.

1977 yılında, yani sanatçının son yılında (ve son7 gününde) geçen film, dekor olarak Paris’i almış. Görüntü yönetmeni Edward Lachman’ın bize bu kenti vermede çok başarılı olduğunu unutmadan hemen yazayım. Karşımızda artık düşüşe geçmiş bir büyük sanatçı vardır. Hep eski büyük konserlerini hayal eden (ki filmde onların bazısını görürüz); son derece lüks bir malikanede biri kadın iki hizmetkarla heykeller, büstler, tablolar, ikonlar, resimler arasında son demlerini süren bir hatun... İki sevimli köpeği de unutmadan... Öylesine keskin bir dili vardır ki... O hizmetkarlara bile kibarlığın altına gizlenmiş bir zulümle davranır. İngilizcesi gerçekten bu kadar incelikli miydi; sanki alay ve küçümsemeyi ayrı bir sanat haline mi getirmişti? Gel de cevap ver!..

Evet, artık Callas’ın hayalleri aşıp yeniden şarkı söylemesi mümkün olmayacaktır. Çok istese de o bulmacavari konuşmalarıyla tekliflerin etrafında dolanır. Kendi plaklarını dinlemez, çünkü “onlar fazlasıyla mükemmeldir!” Kaybolan sesi kadar yeniden kavuşmayı özlediği sahne hayatı; bu uğurda kullanmaya başladığı Mandrax adlı ilaç. Ki bu adı kendi biyografisini çekmesi söz konusu olan yapımcıya da yakıştırıverir!.. Şöyle der: “Benim hayatım opera. Operada da mantık aranmaz.” Etrafında gerçekten de onu hâlâ seven fanları vardır: Kimileri de yanında çalışan... Gencecik TV’cilerden ona tutulan bir yakışıklı da çıkar. Ama tüm bunlar onu kurtarabilir mi?

Sonrasında, biz onu 1970’ler Paris’inde izlemeyi sürdürürüz. Elbette ‘aşk şehri’ Paris ona da bir aşk buluvermiştir. Geçmişte; o da Yunan kökenli olan Aristotle Onassis... Dönemin ünlü ve çapkın aristokratı... Aralarındaki aşk ne yazık ki çok sürmeyecektir. Ve kaderin cilvesine bakın ki, Onassis onu terk ettiğinde birleştiği kadın, Jackie olacaktır: yani Jackie Kennedy... Kaderin cilvesine bakar mısınız?

Filmin artıları kadar eksileri de vardır denebilir. Biçim olarak kâh genişleyen kâh daralan; kâh siyah-beyaz kâh renkli olan ekran insanı hayli şaşırtır. Geçmişle ilişkili bölümlerin ilke olarak siyah-beyazı bir tesellidir gerçi... Bu bölümlerin arasında kaçınılmaz olarak Onassis bölümü de vardır. Ki o hayatı Maria’dan önce terk edecektir: filmde onun ölüm döşeğinde yatan adamı ziyaretini görürüz.

Ve filmin kimi sürprizleri... Bir yerde Onassis’in sırf Callas için verdiği çok şık parti. Ki tam 100 pembe gülle süslenmiş!.. Paris’in göbeğinde yine Callas’ın büyük iyi niyetle yaklaşan bir adama giydirmesi...Yine geçmişte Jackie nedeniyle Kennedy’nin bir söyleşisinin TV programında gösterilmesi. Ya da yine o yaş gününü unutulmaz Marilyn Monroe tarafından kutlanması... Ve neler neler...

Elbette oyuncular övgüyü hak ediyor. Angelina da 50’sini aşmış, Angelina Jolie farklı karşılandı. Örneğin Zeynep Oral şöyle demiş: “Ona baktığınızda estetikli yüzü, şişirilmiş dudaklarıyla sadece rol yapan Angelina Jolie hissiyatına kapılıyorsunuz. Çok soğuk. Sanki ruhu yok!..” Ama kendi adıma Jolie’nin birçok aryayı söylerken (yani söyler gibi yaparken) nasıl bir güç ve irade harcadığını görünce, pes dedim!.. Elbette sevgili Haluk Bilginer gerçekten de süperdi. Ve filme çok şey kattı. O artık uluslararası bir sanatçı... Ben Bruna’da Alba Rohrwacher, JFK- John F. Kennedy’de Caspar Philipson, kızkardeş Yakinthi’de Valeria Golino, Mandrax’ta Kodi Smith McPhe ve Ferrucio’da Pierfrancesco Favini’yi de çok beğendim.


NOT: Filmin sonunda Maria Callas’ın gerçek görüntüleri v ar. Hatta Aristotle Onassis’in de...Lütfen kaçırmayın.