X X X X Yönetim ve senaryo: Reha Erdem Atlantik Film yapımı, 2023 |
Reha Erdem'in merakla beklenen yeni filmi hızla koşan bir kadının görüntüsüyle başlıyor. Daha doğrusu önce sadece bedeni gösteriliyor; sonradan kadın olduğu anlaşılıyor. İnanılmaz güzellikte bir çekim bu. Dakikalar boyu (belki 5 dakikaya yakın) sürüyor; hızını hiç kesmeden... Daha başta yönetmenin olmazsa olmazlarından kamera ustası Florent Henry'nin becerisine şaşıyorsunuz!...
Burası derin Anadolu'da bir köydür. Özelliklerinden biri taşların egemenliğidir. Her yerde taş vardır: eski, hatta antik çağ kalıntısı duvarlardan doğanın armağan ettiklerine kadar... Arada bol bol dağ keçisi, tavşan, türlü-çeşitli kuşlar... Ve de Anadolu'nun bir bölümünün simgesi rüzgar değirmenleri...
Ve elbette insanlar... Genç ve enerjik bir kadın olan Suna tam bir atlettir; koşmak en büyük hevesidir. Gerçi gelecekte bir şampiyon olma hevesi vardır: annesinin ısrarla teşvik ettiği... Ama öyle olmasa bile koşmak onun için vazgeçilmez bir alışkanlık; bir yaşama nedeni olmuştur. Bu filmin de leitmotif'lerinden... Açıkça söyler: "Yarışmak değil, koşmak istiyorum" diye... Yakın arkadaşlarından biri Mako'dur: sürekli rap şarkılar söyleyen (hem de ne şarkılar!) sevimli bir oğlan... Onu kendi bestelerini söyleyen gerçek rap ustası İzzy'nin oynadığını bilmek yararlı olabilir. Ki bir yerde Suna'nın dudaklarına yapışmaktan kendisini alamaz!... Minik kız Filiz ise telefonundan yaptığı espri küpü yayınlarla tüm ülkeye, hatta dünyaya seslenen hoş bir velettir. Film boyunca sık sık değişen ekran boyutları sizi şaşırtmasın: sıra onun saptadığı görüntülere geldiğinde, ekran biraz daralıyor!...
Ve de araya yeni atanan imam girer. İnce, kırılgan, mahçup bir genç adam... Telefon kullanmayan, temelde doğru ahlak ve felsefe lafları eden: "Spor bir ibadettir, ruha iyi gelir", "Her insanın karanlık bir boyutu vardır", vs. vs. Ama sanki kendisi de inanmaz gözüktüğü bir edayla bu lafları eden kendine özgü bu imam, gerçekten de bir imam mıdır? Ve o sonunda Suna'nın ilgisini çekmeyi, hatta gönlünü çelmeyi başaracak değil midir?
Sonra acı günler başlar. Köyün muhtarından yaşlı sarhoşlarına birçok kişinin oyuncuları olduğu, şiddete ve hatta cinayete varan entrikalar... Önce bir ceset bulunur; sonra karşılıklı öldürmeler süregider. Her yerin taşla dolu olduğu bu garip diyarda, taş başlıbaşına bir cinayet silahı haline gelir. İnsanlar kadar ölü hayvanların da her an karşımıza çıktığı... Kahvelerde toplananlar arasında yörenin gerçek halkı da vardır. Birlikte izlenen TV yayınları karşısında 'çok bilmiş' yorumları yapılır.
Bu ırak Anadolu köşesinde insanlığın ezeli sorunları kadar, çağdaş yönetimlerin de neden olduğu sorunlar yaşanır; modernle eskinin çatışması ortaya çıkar. Kasaba merkezinde şık yüzme havuzları vardır; iklim için okul grevleri de yapılır. Öte yandan, gizemli dinsel çabaların başarısızlığı ortaya çıkar. Belki en çok da genç insanlara; Z Kuşak'lara güvenmenin gerekliliği, hatta kaçınılmazlığı...
Ve de böylesine tarih kokan bir yerde, taş ocağı açmaktan hayvanları bile öldürmeye doğa yasalarına karşı gelmenin yanlışlığı... Böylece Reha Erdem bizlere üzerinde gerçekten düşünmemiz gereken birçok temayı, görece olarak kısa (90 dakikalık) bir filmle anlatmış olur. Belki sular gibi akan bir filmle değil... Ama birçok yanıyla ön plana çıkan ve seyirciyi düşünmeye yönelten son derece özgün ve özgür bir filmle. İçerdiği ekolojik mesajlar ise sadece ilginç değil, daha çok yaşamsal olan...
Adıyaman'ın Kayacık köyünde çekilmiş olan filmde Florent Henry'nin görüntüleri kadar, Alican Çamcı'nın piyano dominantlı kendine özgü müziği de ilgi çekiyor. Unutulmaz sinema insanı Mithat Alam'a adanmış filmdeki Neandria adı ise, yörede bulunan eski paralarda yazılı bir isim imiş. Böylece filmde uzak geçmişle günümüz arasında bir köprü kurulmuş oluyor. Filmin jeneriklerinde ekolojik olarak sürdürülebilir bir yapım sürecinin ürünü olduğunun altı çiziliyor. Belki biraz naif; ama doğru ve etkileyici bir tavır...
Filmin oyuncuları ise gerçekten bir alem... Suna'da Deniz İlhan tam anlamıyla bir keşif olmuş. Talihi yaver giderse, yeni bir Merve Dizdar olabilir. Gizemli imamda özlediğimiz Ahmet Rifat Şungar hayli etkileyici ve iç burucu. Suna'nın annesinde İncinur Taşdemir, muhtarda Bülent Emin Yarar, karısında Nihal Yalçın, define avcısında Serkan Keskin, atletizm hocası Cumhur'da Tanıl Bora da gayet iyiler. Küçük Filiz'de Ayşegül Kopartan gelecek vaat ediyor. O kalabalık koşucu kadınlar ise gerçek atlet kadınlardan seçilmiş. Çok özenli bir 'casting' olduğu açık değil mi?
Geçen Cuma günü bu filmi Akmerkez'de bir sinemada sadece beş kişi olarak izledik. Sanırım film çok daha iyisini hak ediyor!... Has sinefillere sesleniyorum: Lütfen bu tür filmlere biraz daha ilgi gösterin... Yoksa onca gürültü-patırdı arasında, büyük çabalarla çekilmiş bu sinema örnekleri gelişmeyecek; hatta kaybolup gidecek...
|
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |