X X X Yönetim ve senaryo: Marie Kreutzer Alman-Avusturya filmi, 2022. |
Sinema tarihinin en güzel, ama en talihsiz kadınlarından biri olan Romy Schneider (1938-1982), kariyerinin başlarında -1955 ve sonrasında- Avusturya'da çevirdiği üç filmlik bir seriyle ün yaptı: Sissi adıyla bilinen Avusturya-Macaristan imparatoriçesi Elisabeth'in hayatını anlatan... Sonra çok hareketli bir hayat yaşadı; Fransa'da en önemli filmlerini çekip en büyük aşklarını yaşadı. Ama sonraları kocasının intiharı, oğlunun bir kaza sonucu ölmesi gibi acı olaylar onu yaşamdan soğuttu. Ve Romy 43 yaşında evinde ölü bulundu. Kalp krizi teşhisiyle birlikte...
Yıllar sonra (neredeyse 70 yıl!) Sissi'nin öyküsünü tek bir filmle yeniden karşımızda buluyoruz. Alman kadın yönetmeni Marie Kreutzer'in eseri olarak... Hikâye 1877 Noel'inde başlıyor. İmparator Franz Joseph'in eşi Elisabeth, gelenekler gereği olabildiğince genç ve güzel kalmaya çalışmaktadır. Oysa 40 yaşına girmiştir ve bu o dönemde bir kadın için resmen yaşlılığa adım atma demektir.
Savaştan yeni çıkmış Avrupa onun yaralarını sarmaya çalışırken, hayat dolu ve enerji küpü imparatoriçe Elisabeth ne pahasına olursa olsun, genç ve güzel kalmaya çalışır. Bunun için ciddi bir perhiz, özel bir saç bakımı, görkemli tuvaletler ve de en önemlisi, sıkı bir korse içinde sıkışmış olarak yaşama çabası gereklidir.
Tipik bir dönem şatosunun önünde büyük bir koro imparatoriçeye adanmış bir şarkı söyler. Habsburg hanedanının pırıltısı hâlâ egemendir. Ama birden kraliçe düşüp bayılır. Bunun gerçek değil bir oyun olduğu anlaşılır. Herkesin fosur fosur sigara içtiği, kocası Franz Joseph'in yapma bıyıklar taktığı, sanayı devriminin etkilerini hisseden, frengi kadar melankoli hastalığının da yaygın olduğu bir dünyada, Elisabeth'in işi kolay olamaz ki...
Arada kaçak yolculuklar, karşılaşılan farklı erkekler ve aşk denemeleri yaşar Elisabeth... Genç bir Fransız ondan sinema denen yeni keşfin modeli olmasını rica eder; siyah-beyaz bir kısa filmini çeker!.. Yakışıklı bir İngiliz nedense onunla bir türlü yatmaz!.. Tüm dilleri konuştuğu için kolayca bu ilişkilere girişen Elisabeth, bir ara yeğeniyle de yatar. Ama onun aslında oğlancı olduğunu da öğrenerek...
Öte yandan, her şeyi de dener. Eskrim yapar, ressamlara poz verir, ilk aşılardan birini olur. Hastanede yatan savaş malulu gazileri ziyaret ederek saygınlık kazanır. Kaynayan bir Avrupa'nın en dinamik kadınlarından biridir o... Ama ailesiyle bir türlü mutlu olamaz. Öyle ki kız kardeşiyle küstüğü gibi, oğluyla da geçinemez. Ve tarihe geçmiş acı akibetini de kendisi saptar.
Doğrusu filmi çok sevip herkese tavsiye edecek değilim. Kabul etmek gerekir ki genelde ağır bir tempoyla giden, biraz sabır isteyen bir yapım. Ama önemli kozları da var. Öncelikle o sımsıkı korseler motifi, yani filmin adı da olan 'korsaj' hem gerçek, hem de açık biçimde Elisabeth'in içine sıkıştığı düğümü simgeliyor. Filmin anlatımına gelince... Yer yer başvurulan 'slow-motion'lar (yavaşlatılmış sahneler) ilginç. Zaten genel olarak görüntü yönetmeni Judith Kaufmann'ı da kutlamak gerek. Genelde müzik ve yer yer kullanılan Camille adlı müzisyenin beste/şarkıları çok etkileyici. Tüm bu adlar elbette filmi tam bir kadınlar işbirliği haline getiriyor. Ayrıca da film ne kadar şeker olsalar da o eski Sissi serisinden çok daha ciddi olduğu da kesin...
Oyunculara gelince... Baş roldeki Vicki Krieps dört dörtlük bir oyun veriyor. Ve yer yer Meryl Streep'i akla getiriyor. Aslında tüm kadronun kusursuz olduğu da söylenmeli.
Ama benim için en ilginci şu oldu: Bu film, 19. yüzyıl Avrupa monarşileri üzerine yapılmış en kapsamlı ve ayrıntılı filmlerden biri, belki de birincisi olmuş. Neredeyse bir belgesele dönüşen... Özellikle tarih-severler için ne güzel bir fırsat...
GÜLE GÜLE LOLLO...
Evet, sinema bir büyük oyuncusunu daha yitirdi. O bir dönemin unutulmaz İtalyan dilberlerinin önde gelenlerinden Gina Lollobrigida'yı kaybettik. Uzun zamandır ortalarda gözükmeyen sanatçı 95 yaşındaydı.
Onu 1975 yılında gittiğim Moskova festivalinde tanımış ve ayaküstü sohbet etmiştim. İşte o günlerden iki resim... Ruhu şad olsun...
Gina'yla 1975 Moskova festivalinde.
YARIN: BABİL
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |