VAN GOGH: SONSUZLUĞUN KAPISINDA X X X X Yönetmen: Julien Schnabel İsviçre-ABD-Fransa-İngiltere ortak-yapımı |
1951 doğumlu Amerikan sanatçısı Julian Schnabel, 1996’dan beri yaptığı bir avuç filmle sinefillere kendisini sevdirdi. Ressamlığı da olan sanatçı hep biyografiler anlattı: Basquiat’da New York’lu sokak sanatçısı Basquiat; Before Night Falls-Karanlıktan Önce’de Kübalı yazar Reinaldo Arenas; The Diving Bell and the Butterfly - Kelebek ve Dalgıç’ta Elle dergisi editörü Jean-Dominique Bauby; Miral’da Filistinli bir küçük kız onun kahramanları oldular.
Schnabel uzunca bir sessizlikten sonra, uluslararası ve iddialı bir filmle dönüş yapıyor. Ve bize resim sanatının en büyük yaratıcılarından Hollandalı Vincent Van Gogh’un hikâyesini anlatıyor. Vincente Minnelli imzalı Lust for Life- Ölmeyen İnsanlar, Robert Altman imzalı Vincent ve Theo, Maurice Pialat imzalı Van Gogh, en son Dorota Kobiela-Hugh Welchman ikilisinin çok yakın tarihli (2018) canlandırma filmleri Loving Vincent’den sonra dördüncü kez olarak...
Elbette bunun temel bir sakıncası var. Çünkü Van Gogh, hikâyesi çok iyi bilinen bir sanatçı. En azından bu filmi izlemeye aday resim sevdalıları tarafından... O sanatının büyüklüğü oranında dengesizliği de şahlanmış, kendi kulağını kesip atacak kadar çıldıran sanatçıyı kim bilmez? Ve bu konuda yeni şeyler söylemek mümkün müdür?
Film bunun pekala olabileceğini kanıtlıyor. Hem sanatının görkemli derinliklerine dalmanın her daim ilgi çekeceği, hem akıllı bir yaklaşımla sanatsever heyecanlar yaratmanın imkânsız olmadığı kanıtlanıyor. Van Gogh üzerine çok yakın zamanda öğrenilen birkaç bilgiyi de kullanarak...
Film kimi belgesel ve deneysel ögelerin de ustalıkla kullanılmasıyla, bir hayli özgür ve özgün biçimde gelişiyor. Onun hemen tümüyle o çağda sanatın baş ülkesi olan Fransa’da, Arles’de başlayıp Auvers-sur-Oise’de gelişen sanat macerası, inanılmaz doğa sevgisi, belki bir göz bozukluğu nedeniyle sarı rengi hep egemen olarak görüp kullanması... Ve insan portreleri (hem de ne portreler!) çizse de, tüm sanatları sonuç olarak Doğa Ana’nın hizmetkârı olarak görmesi.
Tüm bunlar, çoğu kez elde taşınan kameraların hareketliliği, eşsiz pastel renkler ve de görkemli bir kadroyla destekleniyor. Ve ortaya en iyilerinden bir Van Gogh filmi çıkıyor.
Elbette başka şeyler de var. Örneğin o ‘taşra uğursuzluğu’ kavramı. Özellikle birçok Amerikan filminde işlenmiş ve enfes kara-filmlere yol açmış bu tema, bu kez çok daha masum gözüken o yemyeşil Fransız taşrasına taşınıyor. Ve ürpertici bölümlere yol açıyor. Özellikle Van Gogh’un acıklı akıbeti üzerine yeni ortaya çıkmış bilgilerin de kullanılmasıyla...
Ayrıca Fransız meslektaşı Paul Gauguin’le olan inanılmaz dostluğu başta, hayatına giren tüm kişilerle ilişkileri yepyeni bir ışık altında irdeleniyor. Ve hemen hepsi Schnabel’le çalışmış oyuncuların elinde birer mücevhere dönüşüyor.
Oscar Isaac’in Gauguin’i, Mathieu Amalric’in doktor Gachet’si, Emmanuelle Seigner’nin madame Ginoux’su, Rupert Friend’in Theo Van Gogh’u... Belki en iyileri olan, Mads Mikkelsen’in rahipteki kısacık, ama belleklere çakılan kompozisyonu. Ayrıca Niels Arestrup, Anne Consigny, Vincent Perez, Amira Casar gibi ustaların da yarattığı kıvılcımlar...
Ama en başta Willem Dafoe’nun oyunu. Hem de 1890 yılında, 37 yaşında ölmüş bir sanatçıyı 63 yaşında canlandırmanın güçlüğüne rağmen... Öylesine bir fiziksel benzerlik ve güçlü bir kompozisyon ki... Tüm engeller aşılıyor.
Ve Dafoe, 1956’daki Minnelli filmiyle Oscar’a aday olan Kirk Douglas’tan 63 yıl sonra, aynı rolle bu ödüle aday gösteriliyor. Douglas ödülü alamamıştı. Bugün (çağdaşı Oliva de Havilland gibi) tam 103 yaşında olan Douglas belki köşesinden izliyordur: Dafoe daha şanslı olacak mı diye!..
Yarın: ALİTA- SAVAŞ MELEĞİ