FRANTZ X X X X Yönetmen: François Ozon |
Fransız sinemasının genç dehası François Ozon, bu 17. filminde yine şaşırtıyor. Yalnızca bu çağda siyah-beyaz bir film yaparak ya da çoktan ölmüş, en azından modası geçmiş sayılabilecek bir romantizmi her karesine sindirmiş bir film sunarak değil.
Ama aynı zamanda, dünyanın tüm yönetmenlerinin (itiraf etmeseler de!) tutkunu olduğu büyük Hitchcock’u hatırlatan bir entrika ve filmin ortasında tüm verileri değiştiren bir büyük sürprizi de içine alarak...
Benzer şeyler eklenebilir: İki büyük dile (Almanca ve Fransızca) sahip ve kişilerinin ikisini de konuşmaları olayını filmin bütünü içine en doğal biçimde sığdırması...Ya da çok bilinen bir mesajı belki yüz bininci kez, ama çok etkili biçimde vermesiyle: Savaş olabilecek şeylerin en kötüsüdür.
Ve onu kışkırtan azgın milliyetçilik de en büyük günahlardan biridir. Elbette anlayan ve anlayacak kadar gelişmiş bir beyne sahip olanlar için... Diğerleri de vardır, hep var olacaktır ve bundan dolayı, savaşlar asla önlenemeyecektir!...
Ölü bir baş kişiyi film boyunca tanımak...
Ayrıca bir nokta daha eklenebilir: Filme adını veren genç Alman askeri Frantz, hikaye başladığında çoktan ölmüştür: İlk büyük dünya savaşının tam bilinmeyen (ve sonradan ortaya çıkacak) bir yılında... Ama tüm film onun etrafında döner. Ve biz de onu film boyunca tanırız.Tıpkı en yakın dostu (ya da düşmanı!) olan yaşıtı, delişmen ve romantik Fransız genci Adrien gibi...
Olay savaşın bitiminden bir yıl sonra, 1919’da açılır. Nişanlısını savaşta Fransız cephesinde yitirmiş güzel Alman kızı Anna, onun mezarını ziyaret eden bir Fransızı gözlemler: birkaç gün üstüste...
Anna ölmüş Frantz’ın ana-babasıyla birlikte yaşamakta ve onların matemini paylaşmaktadır. Ancak Fransız Adrien doktor Hans Hoffmeister’i, yani babayı ziyaret etmek istediğinde hakaretle karşılanır: yaşlı adam tek oğlunu almış olan tüm Fransızlardan nefret etmekte, hepsini katil saymaktadır.
Böylece garip bir öykü başlar. Ölen genci daha savaş öncesinde Paris’te tanıyıp çok yakın dost olduklarını söyleyen, Manet resimlerinden Paul Verlaine şiirlerine ortak sanat sevgilerini anlatan bir yabancı, bu matem evine gidip o acıya ortak olmak ister. Aile direnir, ama Adrien öylesine sevimlidir ve Frantz’ı öylesine sevmiştir ki...Direnç nereye dek sürebilir?
Ozon bize alabildiğine duygusal, şiirsel ve hüzünlü bir yapıt sunuyor. Alman taşrasında başlayıp flash-back’lerle savaşan Fransa’ya ve sonra Paris’e atlayan film, sık sık da tren motifini kullanıyor.
Bu arada iki yanın da koyu milliyetçiliği sergileniyor: bu açıdan Alman köyüyle Fransız şatosu arasında bir fark yoktur. Ve hikaye tüm çapraşıklığı ve gel-gitleri içinde, bunu temel hedef olarak alıyor. Ve eleştiriyor. Kör bir milliyetçiliğin yerine insan sevgisini, karşılıklı anlayışı, diyalog ve sevgiyi önererek...
Biçim yönünden Ozon siyah-beyazını zaman zaman renkliye çeviriyor. Çok da açık biçimde değil... Ama en azından son çekim gayet yerinde: daha önce siyah-beyaz olarak gördüğümüz ve hikayede temel bir öge oluşturan İntihar adlı Manet tablosu, ancak finalde renkli olarak gösteriliyor. Ve yeni bir anlam kazanıyor.
Sanki günümüzdeki çılgın ve savaşa koşan dünya
Film aslında çok daha eski bir yapımın, ünlü Alman ustası Ernstz Lubitsch’in 1931’de, artık göç ettiği ABD’de çektiği Broken Lullaby adlı filmin yeniden çevrimi. Ama orada da tipik bir kültürel sentez var, çünkü o film de döneminin tanınmış Fransız yazarı Maurice Rostand’ın bir tiyatro oyunundan alınmış.
Tüm bunlar aslında filme biraz demode bir hava getirmiyor değil. Ama zaten amaç o dönemin atmosferini yaratmak değil mi? Üstelikgünümüzde zaten yeniden çığrından çıkmış, sayısız cephede savaşa koşan bir dünya, tüm bunları yeniden güncel kılmıyor mu?
Bu ilginç filmin temel kusuru aslında başka yerde. Ozon filmin ilk yarısında nostaljiyle düşün, savaşla ideolojilerin, tutkuyla nefretin birbirine karıştığı son derece nüanslı bir anlatım tutturuyor. GiderekFrantz’la Adrien’in arasında yaşanmış ilişkinin bir eşcinsel aşk öyküsü olduğu bile akla geliyor. Hele yönetmenin ilgi alanları bilindiğinde...
Ama ikinci yarıda bu incelik yüklü çaba, yerini daha kaba çizgili bir melodrama bırakıyor. Gerçi final herşeyi toparlıyor, ama filmin tam bir başyapıt olması sanırım bu yüzden gerçekleşmiyor.
Oyuncularını pek tanımadığımız bir film bu. Anna rolünde ne yazık ki hiç tanınmayan Alman oyuncusu Paula Beer çok iyi. Fransız Pierre Niney, ince, uzun, romantik-komik arası yüzüyle tanımaya değer bir oyuncu. Alman ana-babada ise Ernst Stötzner ve Marie Gruber ikilisi süper.
Yılın görülmesi gereken filmlerinden biri.
Yarın: PASTORAL AMERİKA