Atilla Dorsay

21 Mayıs 2014

Sanki vahşi kapitalizmin zulüm günlerine dönüş...

Bir demokrasi mücadelesi vereceksek, hep birlikte vereceğiz. Köylüsü ve kentlisi, işçisi ve memuru, emekçisi ve aydınıyla...

Bunca yıllık yaşamımda hiçbir iktidara bu kadar karşı olmadım. Hiçbir politikacıdan bu kadar soğumadım. Recep Tayyip Erdoğan, artık Türkiye halkının en azından yarısı gibi, benim de hiçbir biçimde onaylamadığım, hiçbir sözüne güvenmediğim, hiçbir yargısına katılmadığım bir başbakan oldu çıktı. Günahı acaba kimde?

Ama bunu asla sorgulamayacak, asla aynaya bakmayacak, asla geri adım atmayacak ve asla taviz vermeyecektir. O Kasımpaşalılık raconuyla karışık kibri, o en küçük diyaloga kapalı demokrasi adabı eksikliği buna engeldir. O görece olarak hızlı siyasal yükselişinin kendisini içine hapsettiği gurur şatosunun içinde kısılıp kalmıştır. Ve onun artık hiçbir şeyi, bırakınız tartışmak, anlamak yeteneği bile kalmamıştır.

Böyle düşünmem çok yeni de değil. Ağustos 2013’de çıkan Ko Vadis İstanbul kitabımdaki (benim Gezi olaylarından hemen sonra kaleme aldığım) Bir RCE Portesi Denemesi yazım şöyle bitiyordu: “Artık bu ülkede bir Recep Tayyip Erdoğan sorunu vardır. Ve bu, gerçek demokrasiye ulaşma yolunda, elbette en demokratik biçimde aşılması gereken bir sorun olmuş çıkmıştır”.

Tarih –ya da başbakan- beni yanıltmadı. Ne Emek protestosunu anlamıştı, ne Gezi olaylarını... En son –ve çok daha vahim olarak- Soma olaylarını da kavramayadı. Oraya, alabildiğine üzgün bir kasabaya ve herşeyini yitirmiş yüzlerce ailenin arasına, her aklıbaşında siyasinin yapması gereken ve mutlaka yapacağı biçimde –öyle hissetmese bile rol oynayarak yapacağı biçimde-  bir yöneticinin kadife eliyle uzanıp etrafına anlayış, ortak olma ve paylaşma çabasıyla yaklaşacağına, yine o hoyrat ve bencil tutumunu sergiledi. Kendisini yuhalayan (veya öyle yaptıklarını sandığı) birkaç kişinin peşine düştü, birine tokat attı, itip kaktı. Ve karşısındaki şefkat ve teselli bekleyen halka alabildiğine nobran, kompleksli ve acımasız bir siyasetçi kimliği sundu. Danışmanı ise yere düşen bir protestocuyu tekmeleyerek patronunun izinden gitmeyi marifet saydı.

Artık o benim/ bizim sadece ideolojik yönden sevmediğimiz bir siyasetçi değildir. O artık bizler için yapıp ettiklerini insancıl yönden de hiçbir biçimde tasvip etmediğimiz, gerçek insan sevgisinden kuşku duyduğumuz bir başbakandır. Elbette yarın –Allah korusun!- o kutsal makama oturursa, asla  benim/bizim cumhurbaşkanımız olmayacak, olamayacaktır. 

Nasıl Gezi olayında akılları çok sonra başlarına geldiyse, Soma’da da öyle oldu. Ancak bir hafta sonra bu trajik olay için bir soruşturma gereği duyuldu, gözaltılar, giderek tutuklamalar başladı. AKP içinden de en azından soruşturmanın gecikmesi konusunda cılız da olsa eleştiriler geldi. Ancak geç kalınmış değil miydi? Konu bu kez yalnızca aydınları ilgilendirdiği varsayılan (ki öyle olmadığı anlaşılmıştı) Emek sineması ya da Gezi Parkı ağaçları değildi. Konu, her toplumda halkın özünü oluşturan emekçi sınıfının kaderi sorunuydu.

Öyle bir sorundu ki bu, iki yüzyıldır insanlık tarihininin tüm akışını değiştirmiş, hatta bu akışı biçimlemişti. Emek ve sermaye çelişkisi, kapitalizm ve komünizmin bu sorunlara tümüyle zıt çareler arayıp bulan ideolojileriyle, 19. ve 20. yüzyıllara damgasını vurmuştu. Ve bu iki yüzyılın tarihi, büyük ölçüde ikisinin mücadelesinin tarihiydi. 20. yüzyılın sonlarına doğru komünizmin iflas etmesi kimseyi şaşırtmasın!...O belki tarih sahnesinden şimdilik çekip gitmişti. Ama ardında en azından terbiye edilmiş, yumuşamış ve o ünlü ‘vahşi’ dönemini aşmış bir kapitalizm bırakarak...

O vahşi ve ilkel kapitalizm değil miydi, Emile Zola’ya Germinal, Upton Sinclair’e Şikago Mezbahaları, Richard Llewelly’e Vadim O Kadar Yeşildi Ki, John Steinbeck’e Gazap Üzümleri gibi hepsi büyük filmlere de dönüşen emek destanları yazdıran? (Ki bu dört en ünlü örneğin üçü, maden işçileri üzerinedir!). Ve bizde de başta Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’in romanlarını ve Yeşilçam’da da Karanlıkta Uyananlar, Bitmeyen Yol, Umut, Maden veya Bereketli Topraklar Üzerinde gibi başyapıtları anmamak mümkün mü?

Bu arada bir parantez açarak, belki tek maden filmimiz olan Maden’in yönetmeni Yavuz Özkan’ın da geçmişinde maden işçiliği deneyimi olduğunu hatırlatayım. Acaba bu yüzden mi öylesine mahçup ve mütevazidir? Yıllardır kendisine verilmek istenen tüm onur veya emek ödüllerini kesin biçimde reddetmesi, kirli çizmeleriyle sedyeye uzanmak istemeyen o maden işçisinin alçakgönüllüğüyle ne kadar da benzeşir!...  

Andığım tüm o başyapıtların tanıklık ettiği bir ilkel kapitalizm ise, artık tüm dünyada tarihin malı olmuş gözüküyor. Sadece İngiltere’de bir maden işçisinin, madenlerin güvenliliği ve sonuna dek erişilmiş sosyal hakların dışında, ayda 5 bin sterlin kadar para aldığını öğrenmek şaşırtıcı değil mi? Bizimkilerin hala o en ilkel koşullarda, hayatlarını hergün ölmüş eşek parasını aşmayan aylıkar için tehlikeye atarak çalıştıklarını bilince?

Ve böyle bir ortamda, iktidarın –tüm inkarlarına rağmen- yakını oldukları açıkça ortaya çıkan bir şirket ve bir patrona günler boyu toz bile kondurmayan, hemen tüm medya ve tüm ülke tarafından mahkum edilmiş tekmeci bir danışmanı bırakınız görevden almak, inatla yanıbaşında taşıyan, emek ve işçi yönünde en küçük  bir iyileştirme yapmamış ve yapacağa da benzemeyen bir iktidarı hala savunacak mıyız?

Bizlerin yazar-çizer ve aydın olarak görüp düşündüğümüzü, Germinal ya da Şikago Mezbahaları’nın vahşetini günümüzde yaşatmaya cüret eden bir yönetimin asıl kurbanları olan emekçi halkımızın da kavrama zamanı gelmedi mi? Bir demokrasi mücadelesi vereceksek, hep birlikte vereceğiz. Köylüsü ve kentlisi, işçisi ve memuru, emekçisi ve aydınıyla...Haydi bakalım.