KABUKTAKİ HAYALET X X ½ |
Japonların kendilerine özgü çizgi-romanları olan ‘manga’ların tipik örneği Kabuktaki Hayalet, Masamune Shirov tarafından yaratılmış. 1995 yılında ülkesinde filme alınmış: Bir canlandırma olarak... Sonra 6 film, üç TV dizisi, ve onlardan çıkan popüler video oyunlarıyla kendine özgü bir seyirci kitlesi yaratmış.
Şimdi bu bir Amerikan filmi haline geliyor. Gerçi birçok Japon ögesi korunuyor: O devasa kent biraz New York ama daha çok Şangay soslu Hong Kong gibi... Dövüşler tipik uzak-doğu dövüşleri. Oyuncular da daha çok Japon...
Ama baş karakterler dışında... Onları Japon değil, batılı starlar canlandırmış: Büyük ölçüde uluslararası bir büyük projenin gereği olarak...
Ve en başta kadın kahraman... Yıllar önce, daha 6 yaşındayken ağır biçimde yaralanıp bedenini yitiren, kendisine çağdaş teknolojiyle bir başka beden yaratılan... Ve böylece çok iyi bir dövüşçü olan Binbaşı –ki asıl adının Motoko olduğunu onunla birlikte öğreniyoruz. O da Scarlett Johansson’dan başkası değil...
Binbaşı bizden ilerde bir çağda yaşıyor. Adına 'sibernetik' denen teknolojinin yaygınlaştığı, insanların robotlarla aynı bedende buluştuğu, böylece çok yetenekli, marifetli ve savaşçı yarı insan-yarı makinaların yetiştiği bir çağ. (Üstelik o denli de uzak değil: Sadece 2030’lar!)
Elbette kötüler var: Dünyayı ele geçirmek isteyen... Hem öyle böyle değil. Öylesine güçlü, makinalaştıkları kadar acımazlaşmış ve şeytani yaratıklar.
Motoko’nun yanı başında kadın doktor Quelet var: Onu yaratmış olan, daha da kusursuzlaştırmaya ve de ‘imhasını savunan’ uzmanlara karşı korumaya çalışan... Bu rolde eşsiz Juliette Binoche var. Çok da iyi.
Motoko’yla gerçek bir bedensel (belki de ruhsal) ilişki kurabilen devrimci, evrimci, felsefe sahibi yakışıklı Kuze’de ise yine Amerikalı Michael Pitt var. Görmelere seza bir makina-bedenin içinde olarak....
Japon takımının başındaki bilge Aramaki, çok yaşlı bir ermiş. Ama büyük gücü de var. Bu rolde gerçek bir Japon ikonu var: oyuncu, yazar, 1990’lardan beri de birçok önemli film yönetmiş olan, ‘beat’ lakaplı Takeshi Kitano. 80’lerinde gösteriyor, oysa 1947 doğumluymuş: Yani 70 yaşında. O ise film boyunca sadece Japonca konuşuyor!..
Neyse... Aslında bu siborg öykülerine bizler zaten aşinayız. O Terminatör, Robocop, Gerçeğe Çağrı gibi filmlerin bizi nasıl heyecanlandırdığını unutabilir miyiz? Ben kendi 100 film seçkime birini almak için iyice duraksamış ve sonunda Terminatör yerine Robocop’u almıştım. (Hata etmiş olabilirim, çünkü zaman Terminator serisine daha nazikçe davrandı!)
Günümüzde siborg’lar, insanlar ve robotlar karışımı dünyada yaşanan ‘siberpunk’ hikâye, belki işin çok meraklıları ve amatörleri için ilginç Ama beni çok etkilemedi. Gerçi teknoloji kullanımını sevdim. Live-action denen teknik gayet iyi başarılmış. Ve filmin gerçekten çok parlak bir cilası ve kendine özgü bir estetiği yok değil.
Ama dışardan gelen eleştirilerde yazıldığı gibi, film asıl kaynak hikayenin içerdiği uzak-doğu felsefesini verememiş. Ve sanki umutsuz biçimde batılılaşmış. Hatta biri şöyle demiş: “Sanki McDonalds sushi yapmaya kalkışmış gibi bir şey!”
Ve böylece tüm bu patırtıdan geriye, ancak meraklısını doyurmaya aday bir büyük gösteri kalıyor. Bizim için şart değil...
Yarın: MERSİN MEZARLIĞI: TÜM DİNLERİN ÖLÜMDE BULUŞTUĞU YER