YAŞAMIN KIYISINDA X X X X |
Bu adla nasıl başa çıkacağız? Martin Scorsese’nin Bringin’ Out the Dead (1999) filminin Türkçe adı buydu. Fatih Akın’ın 1999 yapımı ve Türkiye’de çektiği ünlü filminin de... Sonra Angelina Jolie’nin By The Sea filmi de (2015) bize ayni adla geldi. Karışıklığa bakar mısınız?
Neyse... Yabancı ve Oscar adayı filmlerin bu görkemli haftasındaki son önemli filmi de bugün yazıyorum: T24 yöneticilerinin ve de burada asıl siyasal yazılar arayanların hoşgörüsüne sığınıp ilk kez pazartesine taşmış olarak... Böylece bu önemli görevi de bitirdik!..
Hakkında çok konuşulan filmleri geç görünce çokluk olduğu gibi, bende de hafif bir düşkırıklığı olmadı değil. (Bakınız: Kimi eleştirmenlerin Tony Erdmann’a bakışı!) Ama bunu çabuk atlattım denebilir.
Film ABD’nin adı yakın tarihte resmileştirilen biçimde Manchester-By-the-Sea olan o nefis taşra yöresinde geçiyor. Bir göl kıyısı, alçak evler, yemyeşil tepeler, sakin bir yaşam... Şimdi bizde de yayılan ‘slow city’lerden biri, sanki cisimleşmiş Amerikan rüyası. (Gerçi bizde ABD deyince gökdeleni düşünenler hala ezici çoğunluktadır, ama gerçek Amerika’yı bilenler için öyle değildir!)
Kabaca iki saatlik yol olan Boston’da hayatını birkaç evin bakıcısı ve tamircisi olarak kazanan Lee Chandler, ağabeyi Joe’nun ölüm haberiyle kalkıp eski şehrine gelir. Orada bulduğu Joe’nun üzgün yakınları ve 16 yaşındaki şaşkın oğlu Patrick’dir.
Geçmişten gelen kimi sahheler bize Lee’nin birzamanlar. yeğeniyle yakınlığını gösterir. Ama yolları çoktan ayrılmıştır.. Ancak Joe’nun vasiyetnamesinde herşeyini, bu arada Patrick’in vesayetini kendisini terkedip giden karısına değil, Lee’ye bıraktığı ve reşit oluncaya dek onu korumasını istediği ortaya çıkar.
Ama Lee zaten insanların kendisine sevgisizce yaklaştığı bu yöreye dönmek ve yeni sorumluluklar yüklenmek istemez. Öylesine kırgın, kırık, herşeye küsmüş ve neşe yoksunu bir adamdır ki... Yaşının tüm özelliklerini taşıyan, bir rock grubunda müzik yapmaktan birkaç kızı idare etmeye hayatını yaşayan, uzaktaki ‘hain anne’siyle internette yazışan bu öfkeli ve isyancı genci ne yapacaktır ki...
Bu arada yine geçmişe uzanan bir bölümde Lee’yi hayata böylesine küstüren dramı görürüz. Öylesine acı bir olaydır ki bu, hem onun çöküşünü, hem de çevrede uyandırdığı tepkiyi açıklar. Acaba herşeye karşın yeğeni onu yeniden hayata bağlayabilecek son umut olabilir mi?
Yazar-yönetmen Kenneth Lonergan’ın yarattığı bu domestik dram, öncelikle Jody Lee Lipes’ın harika görüntüleri sayesinde, çevresiyle tam bir uyum sağlıyor. Ayrıca kimilerinin haklı olarak biraz ağır buldukları temposu ve yer yer sanki bir belgesele yaklaşan gerçekçiliği de filmin özelliğini oluşturuyor: ‘sakin şehir’de geçen bir öykü alabildiğine sakin biçimde anlatılmalı değil mi?
Bu sükûnet içinde, filmin ortalarına doğru çıkagelen o dramatik bölüm sanki bir trajedinin etkisini taşıyor. Ve filmi duygusal açıdan doruklara taşıyor. Ondan sonra yine ‘sakinleşip’ o gevşek tempoya dönünceye dek...
Film hemen tümüyle Casey Affleck’in üzerinde duruyor. Bu harika oyuncu öylesine asılıyor rolüne ve öylesine müthiş bir kompozisyon çiziyor ki... Görmeden inanamazsınız. O artık belleğimizde ‘loser' (hep kaybeden) denince akla gelecek ilk isim olacaktır. Pasif, asosyal, suratsız, iletişim yoksunu...
Bırakınız sevmeyi, bir kadınla iki laf bile edemeyen, tek sığınağı içki olan bir zavallı, bir ezik adam... Bu rolle Oscar’a uzanamazsa şaşarım!..
Diğer roller de iyi oynanıyor. Randi Chandler’de Michelle Wiliams ve Patrick’de Lucas Hedges yardımcı oyuncu olarak Oscar adayı oldular. Ayrıca Patrick’in sevgililerinden Sandy’de ünlü balet Mikhail Baryshnikov’un kızı Anna Baryshnikov ve sonlarda çıkan Jeffrey’de ise bir dönemin sempatik baş oyuncusu Matthew Broderick’in varlıklarını hatırlatmış olayım.
Sonuç olarak film, yönetmen ve özgün senaryo ile birlikte tam altı Oscar adaylığı alan yapım, has sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor.