BEN HUR X X Yönetmen:Timur Bekmambetov |
Evet, kutsal kitaplardan gelen efsaneler sinemayı hep çekmiştir. Özellikle Hollywood’un bir dönemde bunları mistik yanları tarihselliği bastıran epiklere dönüştürmeyle kazandığı popülerlik (ve bol para!) hep bilinir.
Ama bu Hristiyanlık propagandası yanı başka, bunların sinemasal açıdan ilginçliği başka. Her şey biraz da yönetmene bağlı. Daha sessiz sinemada (1907’den itibaren!) anlatılan, en çok da 1925 yapımı ünlü Ramon Novarro (dönemin büyük starı) filmiyle hatırlanan Ben Hur öyküsü ise, çok sonraları usta William Wyler’ın tam 11 Oscar alan ünlü filmiyle (1959) belleklerde yer etmiştir.
Yıllar sonra bu ‘remake’ gerekli miydi? Niye olmasın? Bu hikâyeleri merak eden geniş bir kesim hep vardı, var olacak. Özellikle komünizmin çöküşünü ve ardından milliyetçilikle birlikte dinin de yükselişini getiren 1990’lardan itibaren, bu akım da sinemada yeniden canlanmış, hatta kimi ilginç örnekler vermişti.
Aslında film, alabildiğine güçlü olmanın kaçınılmaz biçimde zalim ve buyurgan kıldığı bir Roma ve tam da Hazret-i İsa’nın öğretisini yaydığı dönemde yaşayan bir büyük aile hikayesine yaslanıyor. Yahudi kökenli soylu prens Judah Ben Hur, çocukluğundan beri Romalı halk çocuğu ve ‘evlat edinilmiş’ kardeşi olan Messala ile birlikte büyümüştür. Film de onların görkemli bir at yarışıyla açılır.
Ama zor zamanlardır (Ortadoğu’da ne zaman zor olmadı ki!). Hem çok mütevazi yaşam koşullarından, hem de Judah’ın kardeşi Tirzah’a duyduğu aşkın kızın annesi tarafından onaylanmamasından bıkan Messala, Roma’ya gider. Ve üç yıl boyunca Judah’ın mektuplarına yanıt vermez.
Bugün 55 yaşında olan (1961 doğumlu) Kazak yönetmeni Timur Bekmambetov, Rusya’da başladığı kariyerini Batı’da sürdürüyor. Tarihselden fantastiğe uzanan bir çizgi üzerinde... 2000’lerde Gece Nöbeti/ Gündüz Nöbeti ikilemesi, ardından Wanted, Vampir Avcısı Abraham Lincoln gibi gösterişli ve akışkan yapımlarla...
Ama burada işler o kadar iyi yürümemiş. Bu hıristiyanlık ve judaizm karışımı dinsel masal, sinemada karşılığını bulamamış, bir tür gösterişli, ama kof TV dizisi havasına bürünmüş. Karakter yaratma çabası hiç yok.
Ki bunda biraz da oyuncu kadrosunun zayıflığı ve Morgan Freeman dışında hiçbirinin dikkate değer bir oyun vermemesiyle açıklanabilir. Bu arada Haluk Bilginer’in de tümüyle harcanmış olduğunu belirteyim: Tek bir diyalogu bile yok!..
IMDB sitesinde kimi seyirciler filmin tarihsel yanlışlarının altını çiziyor, en çok da “O dönemde blucin var mıydı?” diye soruyor!.. Ama blucin hikâyesi önemli değil. İşin ruhu ve özü önemli. O ruh yok, o öz yakalanamıyor. Hikâyeye fonda egemen olması gereken bir felsefe, bir dini modern yorumlama çabası da yok.
Aslında iki ‘kardeşin’ çatışması belki Wyler’ın klasik filminden daha iyi işlenmiş. Ama yine de o iki genç ve deneyimsiz oyuncu bize Charlton Heston- Stephen Boyd çatışmasının gerilimini getiremiyor. Kimi ögeler günümüze yaklaştırılmış. Örneğin Zelotlar sanki günümüzün bir terör örgütünden farksız. Ama bu da filmin içinde kaybolup gidiyor.
Ve geriye o görkemli araba yarışı sahnesi kalıyor. Tıpkı ilk filmdeki gibi… Ama günümüzün tekniğiyle belki daha da etkileyici. Bu kabaca 20 dakikalık bölümde, film gerçek bir sinema keyfini bize yaşatıyor. O kadarıyla yetinirseniz!..