YARATIK: COVENANT X X X |
Yaratık filmlerinin sinemasever belleğimizde nasıl önemli bir yeri var!.. İlki 1979 yılında çıkıp geldiğinde Ridley Scott’u birden ustaların arasına katan bir zirve olmuştu: Bilim-kurguyla korku/dehşet sinemasını belki ilk kez böylesine dengeli ve ideal bir bireşimle sunan...
Ardından gelen ve hep James Cameron, David Fincher gibi ustaların imzalarını taşıyan ilk devam filmleri de iyiydi. Kendi adıma Cameron’unkini ikinci sıraya koyarım. Ama sonradan yapılan Jean-Pierre Jeunet veya Paul W. S. Anderson yorumlarını pek tutmadım. Ve ana filmin sömürüsü olarak gördüm.
Gerçek dönüş yine Ridley Scott’a nasip oldu. Prometheus (2012) filmlerin temel entrikasını çok daha eskilere, 4 bin yıllık resimlerin bulunduğu bir mağaranın temsil ettiği eski bir uygarlığa eğiliş çabasıyla birleştirir. Ve bu kez tarih-öncesinin peşine düşen bilim insanları, karşılarında yine o filmlerin ürkünç yaratıklarını bulur. Ama görkemli bir aksiyonun yanısıra filme yedirilen yepyeni soslarla servis edilmiş olarak...
Scott bu filmden beş yıl sonra maceraya yeniden dönüyor. Daha doğrusu, Prometheus’un bir tür devamını yaparken, asıl Alien macerasının zaman olarak gerisine düşüyor. Bir yeni üçlemenin son bölümünün yakında gelip her şeyi ilk Alien’e bağlayacağı da yazılıp çizildi.
Böylece, birçok yorumun tersine, bu kez çok ileriye değil, sadece 2014 yılına atfedilen bir uzay serüveni içinde, Covenant adlı dev bir uzay gemisinin serüvenini izliyoruz. Aralarında üç kadının da bulunduğu sınırlı bir ekip, ama uzayda bir gezegende kurulacak yerleşim için taşınan dondurulmuş 2000 insan bedeni de bulunan...
Ekibin yine “anne” diye çağırdığı bu ültra-modern gemi, ancak 7 yıllık bir yolculukla varılacak asıl hedefinden vazgeçip çok cazip gözüken yakın bir gezegeni keşfe iniyor. Ama bu büyük bir hatadır ve o yemyeşil görünümün ardında ölümcül yaratıklar vardır.
Film temelde ilk filmin ana şemasını ve asıl ürkünç olan‘bedene giren yaratık’ temasını işlerken, elbette çok daha ileri bir teknolojiye ve gerçekten görkemli bir özel efektler kullanımına yaslanıyor. Bu açılardan sinemanın geldiği nokta gerçekten şaşırtıcı.
Yine de kimi eksikler/kusurlar var. Örneğin o yaratıklar belki artık çok daha korkunç. Ve bedenini yarıp çıktıklarının sayısı, ilk filmin kurbanı John Hurt’le kıyas kabul etmeyecek kadar çok. Ama o filmin o sahnesinin etkisini bir kez daha yakalamak mümkün mü?
Oyuncular da öyle. Bu filmde yine son kazanan bir kadın oluyor: artık bu filmlerin geleneği... Ama kendi halinde bir hatun görünümündeki Katherine Waterston, o değişmez Ripley Sigourney Weaver ya da Prometheus’un Noomi Rapace’siyle kıyaslanabilir mi?
Ayrıca o devasa yontularla dolu ürkünç volkanik mekanın yönetmen Scott/ görüntü ustası Dariusz Wolski tarafından çok daha iyi kullanılmasını beklerdim.
Pek pırıltı içermeyen genel kadroda Michael Fassbender’i ayrı tutmak gerekiyor. Sanatçı Prometheus’deki ‘android’ rolünü yineliyor. Ama bu kez hem o filmdeki rolünü, hem de yeni maceradakini yüklenmiş. Öylesine ki, David-Walter çekişmesinde kendikendisiyle ölümcül düelloları var!...
Filmin müziği de iyi olduğu gibi, çeşitli müzikal değinmeler var. Örneğin başta ve sonda Wagner çalınıyor. Operada Hayalet müzikali veya John Denver anılıyor: Country Roads adlı şarkısıyla...Ya da ünlü 19. yüzyıl İngiliz ozanı Lord Byron...Ve bunlar sanki filme entelektüel bir zemin döşeme çabaları gibi duruyor.
Özetle: Rahatça izlenen ve bilim-kurgu severler için hoş bir deneyim. Ama ilk filmlerin tadı biraz eksik gibi...
Çevreci yönetmen bir yeni masalla dönüyor
TUZ VE ATEŞ X X |
Bu uluslarası yapım, Alman sinemasının efsane adı Werner Herzog’un –şimdilik- son filmi. Ama 75 yaşındaki sanatçının en iyi filmlerinden değil. Elbette Kaspar Hauser’in Esrarı, Fata Morgana, Camdan Kalp, Aguirre, Nosferatu, Woyzeck, Fitzcarraldo, Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer gibi başyapıtlar dönemi geride kaldı. Ama bir önceki filmi Çöl Kıraliçesi bile çok daha iyiydi.
Herzog, hep bilinir, dünyanın en uç yerlerine uzanıp bilinmeyen kıtalardan, unutulmuş halklardan ve doğanın en egzotik köşelerinden bize duyulmamış hikayeler getirir, kayıp masallar derler. Crispin Glover onun için “sinemanın en büyüleyici ve gizemli figürlerinden biridir” derken, bir başka yargı da şu olmuştu: “Belgeselle kurmacanın sınırlarını allak bullak eden Herzog, çağımızın en cüretli, vizyoner ve tehlikeli film yapımcısıdır”.
Bu kez, üç bilim insanından oluşan bir Birleşmiş Milletler ekibinin Güney Amerika’daki Bolivya’ya yaptıkları yolculuk anlatılıyor (Ve bu ülke böylece Kayıp Şehir Z’den hemen sonra ikinci kez karşımıza geliyor).
Ekip Uyuni bölgesinde yanlış ekolojik politikalar sonucu ortaya çıkan bir felakete çare bulmak için çağrılmıştır: heryeri kaplayan uçsuz-bucaksız bir tuz tabakası ve yok olmaya doğru giden bir doğa... Uzaklarda püskürmeye hazırlanan bir yanardağ siluetiyle birlikte...
Ancak havaalanına iner inmez, ekip maskeli bir grup tarafından kaçırılır. Ve içlerindeki tek kadın, doktor Laura Sommerfeld arkadaşlarından ayrılıp tek başına yöreye getirilir. Zorbaların başında ise aslında bölgede işler yapan büyük şirketin CEO’su, ağzı kalabalık, filozof tavırlı ve gizemli iş adamı Matt Riley vardır.
Riley ve ekibi, kadını iki kör çocukla birlikte, orada tek başına bırakıp giderler (!). Bu Laura için uzun ve zorlu bir serüvenin başlangıcı olacaktır.
Yine kendine özgü ve ciddi bir ekolojik mesaj içeren bir öykü. Üstelik ilginç oyuncular: keşfedilmesi geç olmuş bir Brigitte Bardot gibi duran Veronica Ferres (daha önceleri neredeymiş!), formda bir Michael Shannon ve çabucak gözden kaybolup giden bir Gael Garcia Bernal.
Ama film yürümüyor. Gevşek bir senaryo, özellikle o iki ‘kör çocuk’ işin içine girdikten sonra adeta duruyor, hikaye sarkıyor ve son derece naïf, çocuksu sahneler birbirini izliyor. Sürprizli bir final bile durumu kurtarmıyor. Ancak yönetmenin koşulsuz hayranlarına ve çevre sorunlarını çok, çok önemseyenlere...