AŞK TESADÜFLERİ SEVER - 2
X X X
Yönetmen: Ömer Faruk Sorak, İpek Sorak
Böcek Film- Hüzzam Film-CGV Mars Dağıtım yapımı. |
İlk Aşk Tesadüfleri Sever 2011 yılında gösterilmişti. Ömer Faruk Sorak tarafından Nuran Evren Şit’in senaryosundan uyarlanan film, 25 yıla yayılan bir ilişkinin çeşitli rastlantılarla gelişen ve zamana karşı yarışan öyküsünü anlatıyordu. Mehmet Günsür, Belçim Bilgin, Altan Erkekli, Ayda Aksel, Şebnem Sönmez gibi oyuncularla... Ve göremediğim bir film olarak kalmıştı.
Yaklaşık on yıl sonra gelen bu ikinci film, İpek Sorak’ın hikâyesinden yine Nuran Evren Şit tarafından yazılmış. İpek hanım bu kez eşiyle birlikte yönetime katılmış. Ve ortaya ilkinden daha iddialı ve gösterişli bir film çıkmış. Tam bir melodram; bu sözcüğün içerdiği tüm olumlu ve olumsuz yanlarla birlikte...
Film bu kez apayrı ve üstelik uzun bir zaman diliminin ayırdığı iki aşk öyküsünü işliyor. İlki 1962 yılında İstanbul’da küçük bir kazayla başlıyor; genç bir adamın motosikletiyle bir kızı devirmesi. (Anlaşılan ilk film de o tür bir kazayla açılıyormuş!).
Sonra birden 2011 yılına geliyoruz ve bir barda Türkçe şarkılar söyleyen güzel Defne’yi tanıyoruz: Sen Benim Şarkılarımsın, Sensiz Saadet Neymiş gibi iyi seçilmiş parçalar... Ve ona hayran hayran bakan yakışıklı Kerem...
Sonra iki hikâye de kendi içinde gelişmeye başlıyor. Sürekli ve çabucak; birinden öbürüne sıçrayarak... Önceleri bu tempo yorucu gözüküyor. Ama kısa zamanda alışıyorsunuz: iki hikâyenin de kıvrımları ve sürprizleri öylesine ilginç ki...
Böylece ilk hikâyedeki motosikletlinin Rum bir vatandaş olduğu anlaşılıyor: Yorgo adlı tüccarın oğlu Niko (Aytaç Şaşmaz). Ve "kazazede" genç kız da Sema (Elif Doğan). Niko kıza vurulmuştur, peşini bırakmaz. Sema da ona tutkundur ve evlilik kapıda gibidir.
Ama, ah o Türkiye’nin peşini bırakmayan ırkçılık ve azınlık sorunları... 60’ların başlarında da özellikle Rumlara yönelik baskılar artmıştır; tıpkı 6-7 Eylül 1955 olayları gibi. Tıpkı 1974’deki Kıbrıs çıkarmasından sonra olacağı gibi...
Ve bu kez de, bir sonrasındaki gibi, Rum vatandaşlarımız ülkeden kovulacaklardır: Birkaç kuşaktır burada doğup yaşamış olsalar da; tüm mal-mülklerini arkada bırakarak; yanlarına da çok az şey alabilerek... Böylece Nico da ailesiyle birlikte çeker gider.
Acaba ileride, çok ileride bir araya gelebilecekler midir? Unutmadan yazayım: Her şeyden önce, filmin bu acı olayları hatırlatması gayet yerinde.
Günümüze yaklaşan hikâyedeyse, altı yıllık ilişkisini yeni bitiren müzik hocası/şarkıcı, mutsuz Defne (Nesrin Cavadzade), yemek ustası (yani aşçı) Kerem’le (Yiğit Kirazcı) yeni ufuklara açılır. Ki Kerem de bir ilişkiden, bir türlü peşini bırakmayan Aylin’den (Türkü Turkan) kurtulma çabasındadır.
Aslında Kerem de az sert ve haşin bir karakter değildir. Annesi onu aileyi bırakıp giden ve hiç görmediği babasına karşı yoğun bir nefretle büyütmüştür. Bu müthiş kin onu katılaştırmıştır. Ve belki sonunda tam mutluluğa erişeceği anı da altüst edecektir.
125 dakikalık filmin çok özetlediğim bu hikâyesi öylesine girift ve karmaşık bir ilişkiler ağına dayanıyor ki... Düğümler çözüldükçe "Yok yahu, bu kadarı da olmaz!" diyesiniz geliyor. Yaratıcılarının iddiası ise bunların gerçekten yaşanmış olduğu. En azından filmin sonunda gösterilen fotoğraflar bunu kanıtlamaya çalışıyor. Gerçekten yaşanmış mı bunca dram? Bilemem ki...
Film dekor olarak İstanbul, Ankara ve Atina arasında dolanıyor. Zaman olarak ise 60’ların başlarından 2011’e dek uzanıyor. Arada belirli tarihlerde duraklama yaparak: 70’ler, 80’ler veya 90’larda...
Bu, başta dediğim gibi tam bir melodram... Yani dramın abartılmış bir biçimi. Ve müziğin de yoğun, sürekli ve yüksek volümlü kullanımıyla...
Ama bu tümüyle "kötü" sayılmalı mı? Öyle olsaydı, tüm o Yeşilçam filmleri ne olurdu... diye de sorulabilir!.. Sanırım filmin birçok yerinde mendillerine başvuranlar olacak. Ve bundan da pişman olmayacaklar. Ayrıca metinde güzel deyişler var. Ki biri Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sından imiş:
"Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin".
Filmin iyi bir işçiliği olduğu söylenebilir. Açık ve etkili bir nostalji duygusu da... Ki bunu belki en çok Beyoğlu’nun yıllardır kapalı duran ünlü Markiz Pastanesi’ndeki çekimde hissettim. Sahi, birileri bir şeyler yapsa da bu eşsiz tarihi mekan açılsa... Olmaz mı?
Yönetmenliğe 2000’lerde başlayan, bugüne dek Vizontele, GORA, Sınav, Vahşi Batı, Aşk Tesadüfleri Sever, 8 Saniye gibi filmleri yöneten Ömer Faruk Sorak, en azından ilginç bir dönüş yapıyor. Zengin oyuncu kadrosu içinde özlediğim Nesrin Cavadzade, Uğur Polat, Zuhal Olcay, Erkan Can gibi isimleri bulmaktan mutlu oldum. Yiğit Kirazcı, Aytaç Şaşmaz, Elif Doğan gibi yüzleri tanımak da keyifli bir deneyim. Özellikle Aytaç Şaşmaz’ın Niko’su beni etkiledi diyebilirim.
Sonuç olarak, eksileri ve artıları tartışılsa da anlattıklarıma ilgi duyanların keşfetmesi gereken bir yapım.
Cihangir'de Yeşilçam'ı anmak
Beyoğlu Belediyesi Kültür Dairesi'nin önerisiyle önümüzdeki haftadan itibaren ayda bir yapacağım konuşmalarla, Türk sinemasının geçmişini anılarımla iç içe olarak anlatmaya başlıyorum. Sinema Tutkusu başlıklı söyleşilerimin ilki 6 Şubat Perşembe günü saat 19-20.00 arasında olacak: Cihangir Caddesi, No 19’daki Cihangir Semt Konağı’nda (İspark otoparkı yanı). Her ayın ilk perşembe günü yapılacak ve ilke olarak yaz aylarına dek sürecek konuşmalara sinemaseverleri beklerim.
Bilgi için telefon: 0532 292 65 52.
Bu ayın klasik filmi
Milliyet Sanat dergisine yıllardır yazageldiğim Sinemanın Hazineleri serisinde bu ay Stanley Kramer imzalı Judgment at Nuremberg-Nurnberg Duruşması var. 1961 yapımı ve çok zengin kadrolu bu film, savaş sonrasında o kentte hayatta olan Nazi suçlularının yargılandığı ünlü duruşmaları anlatıyor. Benim seçme nedenimse oyuncularından ve rolüyle Oscar adayı olan Judy Garland’ı anmak: yakın zamanda gördüğümüz ve çok sevdiğimiz Judy adlı biyografi filmi nedeniyle... Ki orada da Renee Zellweger sanırım Oscar’ı götürecek.