Atilla Dorsay

20 Eylül 2014

Prenses olan yıldızın öyküsü

Başlık her ne kadar tipik bir peri masalına işaret ediyorsa da, herkes bilir ki masalların gerisinde hep dram, hatta trajedi vardır...

MONAKO PRENSESİ GRACE
(Grace of Monaco)

Yönetmen: Olivier Dahan
Senaryo: Arash Amel
Görüntü: Eric Gautier
Müzik: Christopher Gunning
Oyuncular: Nicole Kidman, Tim Roth, Frank Langella, Parker Posey, Paz Vega, Derek Jacobi, Roger Ashton-Griffiths, Milo Ventimiglia, Robert Lindsay, Andre Penvern/ Amerikan filmi.

Grace Kelly’nin yaşam öyküsü. Daha doğrusu, ne ABD’deki başlangıç ve yükselme yılları, ne Hollywood’daki benzersiz serüveni, ne de trajik araba kazasıyla gelen akıbeti hiç gösterilmediğine göre, sadece bir epizodu.

O epizot, o yaşam dilimiyse belki onun kısa ömrünün en zor ve dramatik yılları. Çünkü ‘dünyanın en eski krallığı’ olan minicik Monaco, 60’lı yıllarda gerçekten belalı bir dönem geçirmektedir. Ne gerçek bir vatanı, ne sanayi ve emek altyapısı, ne ordusu olmayan ülke, tarih boyunca hep Fransa’nın bir yandan himayesi, öte yandan ele geçirme arzusu arasında kalmış, nitekim 14. Louis ve Napolyon burayı ele geçirmeyi düşünmüşlerse de başaramamışlardır. Ve ülke, o tarihlerde bir başka efsanevi liderin, Fransız cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’un oyuncağı olmuştur.

Şöyle ki, Cezayir sorunu yüzünden başı belada, ekonomisi zayıf ve Avrupa’da kredisi sıfıra yaklaşan Fransa, birçok şirketinin vergiden kaçmak için Monaco’ya göçmesinden de şikayetçidir. Ve general kararlıdır: kaçan şirketler için Monaco’yu bizzat vergiye bağlayacak, dünyanın bu kumar ve eğlence cennetinden gelir sağlayacaktır. Yoksa? Yoksa De Gaulle kırallığı işgale bile hazırdır!..

Öte yandan, elbette Grace vardır. Adı gibi bir zarafet kraliçesi olan, üçü Alfred Hitchcock’la yaptığı bir avuç filmiyle büyük ün yapan ve bir Oscar elde eden, sinemanın yeni kraliçesi. Ama bu taçsız kıraliçeliği bir taçlısıyla değiş-tokuş etmeyi kabullenmiş, Monaco prensi Rainier ile evlenerek ABD’nin Philadelphia kentinden gelip Avrupa’nın göbeğinde minik bir ülkede taç giymeyi seçmiştir.

Ne var ki tam o uluslararası krizin ortasında, Grace Kelly de kendi kişisel dramını yaşamaktadır. Evliliği krizdedir, Rainier ile anlaşamamaktadır:

 “Kendi kişiliğimi yaşayamadığım bir ülkede nasıl bir ömür geçiririm?.”

Bu yeni ülkenin ve kıtanın adetlerine ve geleneklerine alışamamış, resmi dil olan Fransızca’yı bile öğrenememiş ve zaten pek kalabalık olmayan halka kendisini sevdirememiştir. Hitchcock bizzat kalkıp gelmiş, onu Marnie- Hırsız Kız filmindeki rol için ikna etmeye çalışmaktadır. Tek tesellisi iki çocuğu ve başta Amerikan kökenli rahip Francis Tucker olmak üzere saraydaki bir avuç dostudur. Ama bu kadarı yeter mi?

Edith Piaf’ı anlatan La Mome- Kaldırım Serçesi ile biyografik filmlerin en üst düzeyde bir örneğini vermiş,olan Fransız yönetmeni Olivier Dahan, çok az film çeken bu kişilikli sanatçı, 7 yıl sonraki bu filminde ayni başarıyı gösteremiyor. Belki Grace Kelly kişiliğinin ona Piaf kadar yakın olmamasından...

Ama film kimi eleştirilerde ve tepkilerde dendiği kadar kötü de değil. En azından sinema tutkunu ve 20. yüzyıl tarihiyle ilgili bir seyirci için... Çünkü ‘prenses olan oyuncu’ başlığı her ne kadar tipik bir peri masalına işaret ediyorsa da, herkes bilir ki masalların gerisinde hep dram, hatta trajedi vardır...

Burada da, masalı aşan biçimde, kendisini hayatının tam bir dönüm noktasında bulan güzel ve ruhça soylu bir kadının hüzünlü serüveni var. Kişisel öyküsünü ve mutluluk arayışını uluslararası siyasetin kurtlar sofrasında malzeme olarak bulan ve buna karşı savaşmayı seçen bir kadının evrenselliğe kanat açan öyküsü...

Grace de savaşmayı seçiyor. Hem de De Gaulle gibi bir efsaneye karşı... Değil midir ki büyük hamisi olan din adamı Tuck ona “Siz buraya hayatınızın en büyük rolünü oynamaya geldiniz. Monaco Prensesi ve ardından gelen 137 ünvanla, Grace rolünü” demiştir... Ve değil mi ki o, bir baloda De Gaulle, Maria Callas, Onassis gibi ünlüleri bir yana iterek halkın tüm ‘teveccühünü’ kendisine çeviren gerçek bir yıldızdır... Kim onu durdurabilir ki?

Böylece film hem bir sinefil filmi olabiliyor. (Ama keşke sinema yanı biraz daha işlenebilseydi !). Hem de tam bir ‘ kadın filmi’. Gerçekten de hikâye her açıdan öncelikle ve özellikle kadınlara sesleniyor. Yalnız Grace’in öyküsüyle değil, kötülerin bile (elbette De Gaulle dışında!) kadın olmalarıyla… Ara yerde “zalimlerin gücü ancak bir şeyle yükselebilir: vicdan sahiplerinin sessizliğiyle” türünden son derece güncel duran deyişler de var.

Sonuç olarak, önemli değilse de oyalayıcı ve bir dönem açısından öğretici bir film. Tim Roth’un patetik prensi, Paz Vega’nın maskevari Maria Callas’ı, Frank Langella’nın babacan rahip Tucker’i, Andre Penvern’in karikatür sınırındaki De Gaulle’ü gibi lezzetli yan oyunculukların dışında, film tam bir Nicole Kidman güzellemesi.

Kelly/ Kidman benzerliği, elbette her biyografik film gibi tartışmalı. Ancak Dahan’ın Kidman’a bir tür aşık olarak, filmin büyük bölümünü onun yakın (çok yakın) çekimlerinden oluşturması gözden kaçacak gibi değil. Demek ki Nicole Kidman sevenler ayrıca bayılacak. Ötekileriyse bilemem!..