Yönetim ve senaryo: Christopher McQuarrie Paramount filmi. |
Kimi hikâyeler ölmüyor, hep yeni yorum ve yaklaşımlarla aramızda dolaşıyorlar. İlk kez 1966’da bir TV serisi olarak karşımıza gelen ve TRT’nin yayına başlamasıyla gecikmeli de olsa bize ulaşan Mission Impossible dizisi de öyle.
Temelde 1966- 1973 arasında tam 171 bölümde de imzası olan Bruce Geller’in (1930- 1978) hayalinden çıkma bu dizi, genel bir bakışla ve gününün siyasal gelişmelerini yakından izleyerek, dünyada demokrasinin, özgürlüğün ve insan haklarının düşmanı olan acımasız örgütlerle savaşan bir Amerika’nın öyküsünü anlatır. Elbette Amerikancıdır; Beyaz Saray, Pentagon, CIA, FBİ yalnızca ülkeyi değil, dünyayı da yöneten kurumlar olarak gösterilir. Eee, Hollywood imalatı filmlerde başka nasıl olacak?
Dizinin ilk sinema filmi 1996’da çekildi. Mission İmpossible- Görevimiz Tehlike adıyla... Brian de Palma yönetmiş, Tom Cruise oynamıştı. Ardından 2000’de ikinci bölüm geldi: bu kez John Woo’nun yönetimi, yine Tom Cruise ve siyahi oyuncu Ving Rhames’in katılımıyla...Bu ikisi zaten serinin değişmez ikilisi olarak kalacaklardı.
2006’daki üçüncü bölümü J. J. Abrams yönetmiş, kadroya hayli komik Benji kimliğiyle Simon Pegg ve de Julia olarak Michelle Monaghan katılmıştı.
Yakın zaman uyarlamalarından M. İ. 4- Ghost Protocol- Hayalet Protokol’u Brad Bird, M. İ. 5- Rogue Nation’u ise Christopher McQuarrie yönetti. Özellikle bu bölüm seriyi yeniler gibiydi. Önce yazarlığıyla sivrilen ve örneğin Usual Suspects- Olağan Şüpheliler, Operasyon Walkyrie, Turist, Dev Avcısı gibi birbirinden ilginç filmlere imza atan Mcuarrie, ayrıca 2000’lerden itibaren The Way of A Gun- Silahların Gölgesinde, Jack Reacher gibi filmler de yönetecekti.
Beşinci bölümün başarısı, onu bu altıncı bölümün de kaptanı yapmış. Ve karşımıza sanırım serinin en iyi, en doyurucu bölümü gelmiş.
Yine IMF (Ama paranın kıralı olanı değil!...Bu İmpossible Mission Force adlı örgütün kısaltılmışı!) adlı kurumun yorulmak bilmez ajanı Ethan Hunt, önceki filmde savaştığı ve çökerttiği Sendika’nın lideri Solomon Lane’in bu kez kurduğu Apostles- Havariler adlı aşırı sağcı örgütü hedef alıyor: kabaca iki yıl sonra....
Bu kez savaşım daha zor ve çetindir. Çünkü Hunt tüm dünyayı saran bir teröre, farklı dinleri aynı şiddet eylemlerinde buluşturan bir anlayışa karşı durmak zorundadır. Ve rüyalarında geçmişi, yitirdiği bir aşkı ve mutluluğu sürekli anarken, en yanı başında bile ihanetlere uğrayacaktır.
Filmin tam 145 dakikalık uzunluğu şurup gibi akıp gidiyor. Hayli karışık ve kalabalık hikâyesi belki tüm ayrıntılarıyla kavranamıyor. Ama ne gam!
Çünkü görsellik tek sözcükle muhteşem. Öncelikle seçilmiş mekanlar sonuna dek ve inanılması zor biçimde kullanılmış. Mekan derken büyük kentleri kastediyorum: Berlin, Londra. Ama öncelikle Paris. Hikâyenin en büyük bölümü orada geçiyor. Ve o hiç değişmeyen rüya-kent, görkemli yarışlara, kaçıp kovalamacalara, gerilim ve dehşet anlarına tanıklık ediyor. Bu sanki Paris’i tüm ruhuyla ve kimliğiyle kavramak için müthiş bir fırsat. Sinemanın şimdiye dek sunageldiğinin en iyisi.
Ayrıca aksiyon yine inanılmaz bir tempoda sürüyor. Ve son dönemin büyük prodüksiyonlarının tersine, bunda özel efektlerin hemen hiç katkısı yok. Her şey en doğal biçimde tasarlanıp çekilmiş. Ve en büyük rol de bizzat Tom Cruise’a düşmüş.
Ünlü aktör, bunca yıldır süregelen başarısının boşa olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Gençliğinde rahip olmayı hayal eden Cruise, elbette iyi bir oyuncu değil. Asla bir Oscar sahibi olmayacak!...
Ama kendi alanında nasıl eşsiz ve benzersiz!...Hemen hiç dublör kullanmadan nasıl o kalkan uçaklara asılıyor, göklerde bir kuş gibi dolanıyor, uçağıyla bir başka uçağa çarpmayı göze alıyor...En dik uçurumlara tırmanıyor, en sarp kayalıklardan düşüyor. Ve hep ayakta kalıyor!...56 yaşında (1962 doğumlu) bu ne hırs, nasıl bir enerji, ne biçim irade... Kuşkusuz bu serinin en büyük kahramanı, devamını sağlayan temel öge o...
Ayrıca dizinin fetişi Ving Rhames; ikinci kez katılan Alec Baldwin; sinsi ve komik Simon Pegg...Birbirinden güzel ve etkileyici üç kadın: Rebecca Ferguson, Vanessa Kirby, Michelle Monaghan...Ve kavuşmaktan sevinç duyduğumuz Angela Bassett.
Görüntünün başında ise Paris kadar Keşmir doğasını da değerlendirmesini bilen usta kamerasıyla Rob Hardy...
Ve elbette antolojilere geçebilecek kimi bölümler. Öncelikle tüm Paris çekimleri. Ve aslında belki çok mütevazi olan birisi: bir erkekler tuvaletinde, önce bir kabinde buluşan üç erkek kahramanımızın bir grup Fransız genci tarafından eşcinsel sanılması. Sonra yine aynı mekandaki inanılmaz bir koreografiyle oluşturulmuş bir döğüş sahnesi.
Her filmi illa da sanatsal nedenlerle övecek değiliz ya... Siz ne yapıp edin, bu filmi görün bence...