Atilla Dorsay

07 Mart 2014

Oyunculuk süper... Ama ya film?

Sınırsızlar Kulübü, benim için son ayların en düşkırıcı filmi oldu. Belki çok şey, belki de sadece farklı birşey bekliyordum. Ama karşıma gelen beni doyurmadı.

SINIRSIZLAR KULÜBÜ

(Dallas Buyers Club)

Yönetmen: Jean-Marc Vallee

Senaryo: Craig Borten, Melisa Wallack

Görüntü: Yves Belanger

Oyuncular: Matthew McConaughey, Jennifer Garner, Jared Leto, Denis O’Hare, Steve Zahn, Michael O’Neill, Griffin Dunne

Yapım: Amerikan filmi

   

Sınırsızlar Kulübü, benim için son ayların en düşkırıcı filmi oldu. Belki çok şey, belki de sadece farklı birşey bekliyordum. Ama karşıma gelen beni doyurmadı.

Film 1985’lerde Ron Woodroof adlı Dallas, Texas’lı bir adamın öyküsünü anlatıyor. Asıl işi elektrikçilik olan, ayrıca rodeo denen tipik Amerikan sporu meraklısı, boş zamanlarında kumar, bahis, içki, kokain, ayaküstü seks düşkünü olan Ron, günün birinde AİDS denen (dönem için) yepyeni hastalığa tutulduğunu öğreniyor. Manşetlerde hastalıktan yeni ölen Rocks Hudson gibi bir starın ve gizli eşcinselliğinin dolaştığı günlerde...

Elbette tepki gösteriyor: o da Hudson gibi bir ‘i...e’ midir, olabilir mi? Ve tüm doktorlara hakaretler yağdırıp gidiyor. Ama durumun gerçek olduğu ortaya çıkınca, tavrı değişiyor.

Böyle bir öyküden ve çıkıştan ne beklersiniz? Dönemin kusursuz bir tasvirini, birden hayatımıza giren bir hastalığın yarattığı travmanın tümüyle tutucu, kadın düşkünü, ırkçı ve ‘gay’ düşmanı bir adamın üzerindeki etkilerini. Özellikle de böylesine aykırı bir hikayenin içerdiği dramın ilmek ilmek örülüşünü. Değil mi?

Ne var ki film parlak bir açılıştan ve karşımıza Matthew McConaughey gibi bir oyuncunun görkemli kompozisyonunu getirdikten sonra, yolunu şaşırıyor. İlk hastalar, onların tıp ve yasalarla çetrefil ilişkileri üzerine bir belgesele dönüşüyor. Özellikle tedavi yöntemleri, ilk bulunan ilaçların kullanım izni alınamadığı için karaborsaya düşmesi, bir umut arayışı içindeki zavallılar...

Bunlar da ilginç elbette. Ancak kahramanımız, sonuç olarak tüm bu dramatik durumu ve dönemi gayet iyi atlatıyor. Yalnızca üç ay ömür biçildiği halde tam yedi yıl daha hayatta kalıp ancak 1992’de öldüğü için değil. Bir takım dümenlerle o ilk ilaçlardan bol bol ediniyor.  Bunun için Meksika’dan Japonya’ya bir takım ülkelere kadar giderek!.. Ve bir tür özel tedavi merkezi açıyor, paraları da istiflemeye başlıyor.

Böylece hikaye sonuç olarak Amerikan girişimciliğinin farklı bir aşaması, Amerikan Rüyası denen şeyin çok değişik koşullarda gerçekleşmesi olayına dönüşüyor. Ve içerdiği, içerdiğini umduğumuz tüm insan dramı malzemesi savrulup gidiyor. Amaçlanan bu muydu?

Benim beklediğim film bu değildi. Çağdaş bir büyük beladan bir başarı öyküsü çıkarılması değildi. Gerçekten öyle olmuş olsa bile... Çünkü Amerikan tarzı başarı öykülerine karnımız öylesine tok ki... Biz bu neredeyse şen-şakrak filmin yerine daha çok, AİDS’i ilk kez tanıyan Amerikan toplumundan gerçekten acılı bir öykü izlemeyi tercih ederdik.

Bu durumun gerek Matthew McConaughey, gerekse bir travestiyi ustaca oynayan yakışıklı Jared Leto’nun çabalarına da gölge düşürdüğünü ve sonuç olarak bizi gerçekten etkilemelerine engel olduğunu düşünüyorum. Oscar’larına temelden karşı çıkmasam da...