KINGS X X X Yönetim ve senaryo: Deniz Gamze Ergüven Amerikan filmi |
Bu sürprizli filmin adındaki Kings- Krallar’dan biri, Martin Luther King. Öbürü ise 1990’ların hemen başlarında Los Angeles’i i kana bulamış olan siyahi karşıtı eylemlerde dört polis memuru tarafından acımasız biçimde dövülen siyahi Rodney King.
Ama bizleri filmin hemen başında asıl etkileyen, başka bir olay. 16 yaşlarında siyahi bir genç kız bir mağazaya giriyor ve içecek bir şey almak için kasaya gidiyor. Oradaki Koreli kadın birden paniğe kapılıyor, kızın soyguna geldiğini sanıp bir silah çıkarıyor, onu vuruyor. Olay tüm ülkeyi sarsıyor. Ama mahkeme kadını serbest bırakıyor.
Bu olayların buluşması ABD’de büyük yankı yapıyor. Ve özellikle L.A. de kıyamet kopuyor. Yürüyüşler, protestolar, kavgalar, sokakta adam vurmalar.
Ve bu hengame içinde, mütevazı evinde birçok çocuk barındıran, iyilik meleği gibi bir siyahi kadın, Millie. Biri dışında hepsi siyahi olan sekiz çocuk ya da genç. Her yaştan... Aralarında Millie’nin çocuğu var mı? Bilinmiyor. Hepsine ayni sevgiyle yaklaşıyor çünkü... Ve onları kentte kopan kıyamet içinde korumaya çabalıyor.
Film yönetmenin kendi adıma hayran olduğum ve çok yankı yapan ilk filmi Mustang’dan bildiğimiz özel uslubunu yansıtıyor. O filmde işlenen genç kızlık ve büyüme sorunları, burada daha çok oğlanlara ve de gerçek bir tarihsel fona dayatılmış.
Özellikle iki büyük oğlan, Jesse ve Wiliam aralarında dostluktan rekabete değişik tonlar taşıyan ilişkileri içinde, olayların göbeğine dalıyorlar. Haşin, acımasız beyaz polisler kimi zaman sırf korktukları için ateş ediyor ve öldürüyor. Siyahilerse bitmeyen bir öfke içinde, kimi zaman gereksiz yere saldırganlaşıyor, sürekli eyleme ve şiddete başvuruyorlar.
Elbette cinsellik de var. O yaşlarda olmaz mı? Yarıda kesilen bir mastürbasyon sahnesi. Ya da Millie’nin arka komşusu beyaz Obie’yle ilişkisi. Hatta yatıyorlar bile...Ama bu gerçek mi, düş mü olduğu anlaşılmayan gayet şiirsel ve ilgi çekici bir bölüm.
Ama elbette sorular da geliyor. O son derece ırkçı gözüken adam nasıl bu kadar çabuk değişiyor? O öfkesi burnunda, ağır eşyaları balkondan aşağı atıp duran Obie nasıl oluyor da üç zenci çocuğu birden evine konuk alıyor? Ve Millie’yle aralarında gerçekten de bir ilişki oldu mu?
Anlaşılıyor ki bu Ergüven için tümüyle kişisel bir çaba. Kendi projesi; tek başına hayal ettiği, yazıp yönettiği. Ama niçin bu konu? Kel alaka? diye sorulabilir. Ancak evrenselliğin alıp yürüdüğü, her ülkede olup bitenin öbürlerini de ilgilendirdiği ve etkilediği bu çağda, bu çok da anlaşılmaz değil.
Film bir yanıyla da kullanılan belgesel/haber film görüntülerinin çokluğuyla dikkat çekiyor. O dönemden kalma bu genelde flu görüntülerde gündüz/gece çekimleri bize yer yer yanan, yıkılan bir Los Angeles’i, yürüyüş ve kavgaları değişik açılardan gösteriyor. Ama bunların teknik yetersizliği gözlerimizi zorlamıyor değil.
Filmin aldığı eleştirilere gelince... Özellikle Amerikan kökenli olanların negatif olması dikkat çekiyor. Öyle ki ünlü eleştirmen Roger Ebert’in adını taşıyan sitenin yazarı filmi adeta filmin canına okumuş.
Neden acaba? Böylesine tipik bir Amerikan hikayesinin gencecik bir kadın yönetmen, üstelik Fransa’da yaşayan bir Türk kadını tarafından yazılıp yönetilmesine mi karşılar? Buna karşılık Avrupa, özellikle de Fransız kökenli eleştiriler gayet olumlu.
Halle Berry ve Daniel Craig çaplarına uygun, kendilerinden beklenen düzeyde iyi oyunlar veriyorlar. Tüm o siyahi genç veya çocuk oyuncular da iyi. Nick Cave ve daha önce Mustang’da da çalışan Warren Ellis’in müziğiyse filme çok şey katıyor.