SPECTRE X X X X Yönetmen: Sam Mendes |
James Bond dönüyor. Bu kaçıncı dönüşü? Ve asıl soru: Nasıl oluyor da İan Fleming’in (1908- 1964) ilkini 1952’de yayınladığı, tipik soğuk savaş atmosferinde geçen ve İngiliz haberciliğini yücelten bu romanları, bunca yıl sonra hala sinemada kendisine yer bulabiliyor?
Fleming aslında çok şanslı değildi. Romanlarından yapılan filmlerin sadece ilk ikisine tanık olabildi: Doktor No ve Rusya’dan Sevgilerle... Üçüncüsü Goldfinger gösterime girdiğinde, o ölüp gitmişti. Ve giderek büyüyen efsaneye tanık olamadı, biriken serveti harcayamadı.
Hala Bond filmi çekilebilmesinin temel bir ögesi, tüm romanlar tükendiği için -herhalde mirasçılardan alınan izin ve ödenen yüklü bir parayla- yepyeni serüvenler yazılabilmesi. Önceki film Skyfall işte böyle bir senaryo arayışıydı ve belki tüm Bond filmlerinin en iyisiydi.
Bu 26. Bond filminde o başarı yineleniyor mu? Aynı senaryo ekibi, aynı baş oyuncu ve aynı yönetmen olduğuna göre, öyle olması gerekir. Biz bir deyimle yanıtlayalım: hemen hemen!...
Bond bu kez hem geçen filmde ölen amiri M’in (yani eşsiz Judith Dench’in) bir yerlerden çıkıp gelen vasiyetini yerine getirmek için gizemli bir adamın peşine düşüyor.
Öte yandan, yine geçen filmde olduğu gibi M16 örgütünü ‘eskimiş’ bulup her şeyiyle yenilemeye çalışan ve sonunda kötülerle (tam olarak uluslararası bir kontr-gerilla örgütüyle) işbirliği içinde olduğu saptanan yeni genel müdür adayı C ile de boğuşmak zorunda kalıyor.
Bu son dönem Bond’larının temel özelliği, tüm ilk dönem filmlerinde var olan uçarı, alaycı, hafif gerçeküstücü ögelerle bezeli öyküler yerine daha ciddi, daha dramatik, insan karakterleri oluşturmaya yönelik bir tavrın egemenliği. Ve bunun için de Bond’u modern bir casus ve moda bir manken gibi görmekten vazgeçip derinlere dalma, onun geçmişine ve kökenlerine eğilme çabası.
Böylece geçen filmde ilk kez ailesinin kökenlerine eğilen Bond, bu kez yine geçmişe dönüyor. Gerçi o ezeli ve ebedi açılış müziği ve o ünlü şık jenerik, Bond filmlerinin görsel-işitsel alamet-i farikası olarak yine var. Ayrıca ilk filmlerde adı geçen Spectre örgütü kadar, kötü adam Blofield de yine eski maceralardan miras bir figür.
Filmin açılışı öylesine görkemli ki, sözcüklere sığmaz!...Gerçi pek milliyetçi olanlar Skyfall’ın Türkiye’de, Ege kıyılarında açılışını özleyebilirler.
Ama burada, Meksika’nın New Mexico kentindeki geleneksel ‘ölüler bayramı’nda geçen uzun bölüm, gerçekten parmak ısırtıyor. Bond’un amansız bir katili izlediği ve bunun için tüm o tipik Latin karnavalı bir baştan öbürüne kat’ettiği harika bir aksiyon sekansı.
İşte gerçek bir kent meydanı (bizdekilere meydan diyenler utansın!), işte yüzlerce figüranın tek bir komutanın emrinde tek kişi gibi katıldıkları alabildiğine zengin bir çekim. Ve işte en iyi biçimiyle Hollywood sineması. Helal olsun!...
Bu müthiş açılıştan sonra, belki filmin biraz yavaşladığı söylenebilir. Ama biraz da hikaye gereği bu...Ve sonra yine benzer bölümler geliyor. Roma’dan geçerek Londra’ya uzanan hikaye, orada yine başdöndürücü bir bölümle sona eriyor. .
Bu serüven kuşkusuz tüm o eski nostaljik ögelere karşın, ‘zamanın ruhu’ denen şeye daha uygun. Gerçi andığım tüm kentlerin genel ve tarihsel görünümlerini nasıl koruduğu ve yüksek yapılaşmanın parmakla sayılacak kadar az olduğu da gözden kaçacak gibi değil.
Ama zamanın ruhu oralarda illa da gökdelen diye algılanmıyor. Daha gerçekçi, çağdaş, vurucu ögeler var. Örneğin ‘üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun’ artık modern çağın büyük komplolar ve dünyayı yeniden paylaşma hırsıyla bir araya gelmiş uğursuz güçler tarafından yönetilme çabası, neredeyse ana tema gibi.
Ama aynı biçimde, devlet geleneğine yüzyıllardır sahip bir ülkede görev ve sadakat duygularının sonunda galip gelmesi olayı da var. Ve kolay kolay paniğe kapılmayan, her olayda soğukkanlılığını koruyan ve hep bir ‘İngiliz centilmeni’ kalmayı beceren bir ajan kimliği var.
Bunlar Bond serüvenlerinin değişmezleri. Ama aksiyonun öbür filmlere kıyasla daha zirvede olduğu ve aşırı bir titizlik göstermeyenler için büyük keyifle tüketilecek bir gösteri sayılacağı da kesin.
Daniel Craig bence yine çok iyi. Genç Fransız yıldızı Lea Seydoux gayet sevimli. Diğer ‘Bond kızı’nda Monica Bellucci’nin niye bu kadar kısa bir rolü kabul ettiği sorulabilir.
Geçen filmden ‘müdevver’ olanlardan Ben Whishaw teknoloji gurusu Q’de, Naomie Harris de Moneypenny’de bildiğiniz gibi. Yani tam rollerine oturmuşlar. Ralph Fiennes ise geçen filmde başladığı M’liğini kararlılıkla sürdürüyor.
Her Bond filmindeki gibi, kötüler en ilgi çekici olanlar. Dev kötü adamda Dave Bautista, sinsi C’de Andrew Scott gibi.
Ama illa da Oberhauser’de Christoph Waltz...Oscar’lı Alman oyuncu, geçmişin kabuslarından çıkıp gelen bu kötülük kumkuması karaktere öyle bir hayat veriyor ki...Tıpkı o ‘ ölüler bayramı’ bölümü gibi: görmeden inanamazsınız!...