Pazar akşamı Fransa'nın resmi ve uluslarası kanalı TV 5'i izlerken kahroldum. Cumhurbaşkanımızın aynı günlerde yaptığı konuşmaları en geniş biçimde veriyor, en ağır biçimde eleştiriyor ve sadece iki ülkenin değil, bizimle tüm "Francophone" dünyanın arasına kolay açılmaz bir uçurum koyuyordu. Fransız kültürüne öylesine yakın ve hayatında ona özel bir yer vermiş biri olarak, nasıl üzülmeyeyim?
Ve belleğim çok gerilere gitti. 1991 yılında Fransız hükümetinden bir "Chevalier des Lettres - Edebiyat Şövalyesi" nişanı alırken Fransız konsolosluğundaki törende, dönemin büyükelçisi gerçek dost Eric Rouleau, ödülü paylaştığım Zeynep Oral'la Ali Sirmen ve tüm davetliler önünde şöyle demiştim (elbette Fransızca olarak): "Fransızca benim için sadece diller arasında bir dil değil, başlıbaşına bir düşünce biçimidir."
Nasıl böyle düşünmeyeyim ki? Uzun yıllar Galatasaray Lisesi'nde okumuştum. Sonra mimarlık eğitimim sırasında geçirdiğim bunalımı bir buçuk yıl kaldığım, bir mimarlık bürosunda çalışıp para kazanarak yaşadığım Paris'te atlatıp yeniden İstanbul'a ve normal hayatıma dönmüştüm. Paris artık benim de bir sığınağım olmuştu. Ve bu kültür, edebiyatından müziğine (benzersiz "chanson"ları), mutfağından sinemasına (Şiirsel Gerçekçilik'ten Yeni Dalga'ya) hep beni besleylen, doyuran ve yücelten ürünler verip durmuştu.
Fransızlardan aldığım nişan töreninde, Zeynep Oral, elçi Eric Rouleau ve Ali Sirmen’le
Erdoğan'ın sözleri
Ve şimdi, sevgili cumhurbaşkanımız bunalımlı bir dönemde aynen şöyle diyordu: "Macron denilen zatın, İslam ile derdi nedir, Müslümanlarla derdi nedir? Macron'un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var. İnanç hürriyetinden, inanç özgürlüğünden anlamayan, kendi ülkesinde yaşayan milyonlarca farklı inanç mensubu insanlara bu şekilde davranan bir devlet başkanına başka ne denilebilir, öncelikle akli noktadan kontrol."
Ve eklemişti: "İki de bir Erdoğan ile uğraşıyorsun. Erdoğan ile uğraşmak sana bir şey kazandırmaz. Zaten bir yıl sonra seçim var. Seçimde de akıbetini göreceğiz. Yolunun pek uzak olduğunu zannetmiyorum."
Şimdi... Elbette Macron'u savunacak değilim. Orada da De Gaulle efsanesinden ve arada François Mitterand'dan sonra gelen başkanlar hep tartışmalıydı. En tartışmalısı da Nicolas Sarkozy olmak üzere... En son 2017'de Emmanuel Macron seçilmişti; tüm başkanların en genci olarak... Ve kendisinden hayli yaşlı eşiyle birlikte koltuğa -ve biraz da Fransız usulü magazinin ön saflarına- yerleşmişti.
Ne var ki tüm dünyada iktidarların en hafif deyimiyle sevimsiz kişiliklerin eline geçtiği bir dönem yaşıyoruz: ABD'den İngiltere'ye, Rusya'dan Kore'ye, Orta Avrupa'dan Latin Amerika'ya... Bu arada ekleyeyim: Umarım ki 3 Kasım'daki ABD seçimleri buna bir dur demenin dönüm noktası olsun!..
Siyaset öfkeye dayanmamalı
Ve evet, Fransa'da da İslam karşıtı bir hava oluşmuştu. Bu ülkede beklenen özgürlük geleneğine yakışmayan biçimde... Ama arada buna benzin döken saldırı ve cinayetlerle beslenerek... En son yine "peygamber karikatürleri"ne bağlı biçimde (bu galiba bir alışkanlık oluyor!) bir öğretmenin kafası kesilmişti. Hiçbir mazeretin bağışlatamayacağı bir suç!.. Ve elbette İslamofobi ayağa kalkmıştı.
Böyle bir ortamda yapılacak şey Cumhurbaşkanımızın ettiği ve yüksek dozda hakaret içeren lafları mı etmektir? Yapılacak daha doğru şeyler yok mudur? Öncelikle o korkunç cinayeti lanetlemek ve resmi düzeyde bir başsağlığı dilemek... Anlaşılan bu yapılmadı.
Ama asıl önemlisi işin ilkesidir. Eski deyimiyle prensibi... Aslında birçok ilkeden söz edilebilir. Öncelikle siyasetin ve hele devlet yönetiminin asla ve kat'a öfkeye dayandırılmaması gereği. Hele derin Türkiye'nin bir kentinde ve konuyla hiç ilişkisi olmayan bir topluluğun önünde, Fransa gibi bir büyük devletin başkanına hakaretler yağdırmak.... Ne gereği ve kime faydası var? Akşam TV başına toplanıp başkanlarının nasıl tüm dünyaya meydan okuduğunu görerek koltukları kabaran ve kaba milliyetçilikleri okşanan belli bir kitlenin dışında?
Diplomasi, neredesin?
Kusura bakmayın ama, böyle şeyler için bir başka alan gerekir; adına diplomasi denilen... Ve bunun için özel yetişmiş kadrolar; yani elçiler, konsoloslar, elbette dışişleri bakanlığı, siyaset bilimciler... Ve onların Kasımpaşa argosu yerine daha bilinçli, incelikli, zarif çıkışları, beyanları... Ama denecek ki zaten bu iktidar döneminde ortada diplomasi mi kaldı... Ah, yeniden dirilse ve aramıza dönse... Ne iyi olur!..
Bu tür öfkeli çıkışların ve fevri davranışların kime ne yararı olacak? Fransa'da yaşayan ve kabaca 25 bini çifte pasaportlu olan 425 bin Türk vatandaşını mı rahatlatacak? Yoksa ülkeyi Akdeniz bölgesinde ve tüm Ortadoğu'da içine düştüğü korkunç yalnızlıktan mı biraz kurtaracak?
Nerdeyse Türk olan bir büyükelçi
Ve bu öyle bir zamanda oluyor ki... Ülkemizde olabilecek en Türksever elçinin görevde olduğu günlerde. Evet, Herve Magro. Eğitimi Doğu Dilleri Fakültesi'nde Türkçe olan, daha 1988 yılında Ankara'daki elçilikte üçüncü katip olarak çalışan, sonra iki yıl Groupama adlı şirketin Türkiye şubesinde görev alan Magro, 2009 - 2013 arasında da İstanbul'da başkonsolos olarak çalışmıştı. Ve ben onu o zaman tanımıştım. Sonra Kudüs'e atanmış, yıllar sonra buraya elçi olarak dönmüş ve Haziran 2020'de göreve başlamıştı.
Ben yıllar sonra onunla yeniden buluşmak ve örneğin kitaplarımı vermek istiyordum: Türkçe kitap sever. Ve bunun elbette İstanbul'daki Palais de France'da gerçekleşeceğini umuyordum. Nerede! Adam çekip gidiverdi; döner mi, bilmem..
Ama şunu bilirim. Devletler bozuşsa, hatta kavga etse de halklar arasındaki dostluk kolay bitmez, kültürler arasında inşa edilmiş köprüler kolay yıkılmaz. Siyasetçiler gelir gider, o sağlam ilişkiler kalır. Sanırım bunda da öyle olacak.