Atilla Dorsay

04 Şubat 2018

Nazizmin yenilmesine giden yolun ilk günleri

20. yüzyıl tarihi ve de insan olmanın, özgür olmanın, demokrat olmanın tarihi üzerine paha biçilmez şeyler söyleyen, önemli ve anılarda kalıcı bir film

 

EN KARANLIK SAAT       X  X  X  ½
(Darkest Hour)

Yönetmen: Joe Wright
Senaryo: Anthony McCarten
Görüntü: Bruno Delbonnel
Müzik: Dario Marianelli
Oyuncular:  Gary Oldman, Kristin Scott Thomas, Ben Mendelsohn, Lily James, Ronald Pickup, Stephane Dillane, Samuel West, David Schofield, Nicholas Jones, Malcolm Storry

UİP filmi

 

 

Uzun süre TV’de çalıştıktan sonra 2003’lerde sinemaya geçen, özellikle Pride and Prejudice-Aşk ve Gurur, Atonement- Kefaret, Anna Karenina gibi klasik metinlere getirdiği modern yorumlarla parlarken araya Hanna, Pan gibi ‘eğlencelikler’ de katan İngiliz yönetmeni Joe Wright’ın filmi, 20. yüzyılın en tanınan politik kahramanlarından biri üzerine.

Yani ikinci büyük savaşı sona erdirip Hitler Nazizm’ini tarih sahnesinden silen görkemli koalisyonun lideri olma şansını yakalayan ve de iyi kullanan İngiliz başbakanı Winston Churchill. ‘Pofidik’ suratı; sanki ağzından hiç çıkarmadığı purosu; ünlü radyo veya meclis konuşmaları. Ve de zaman içinde simgesi olan V, yani Victory- Zafer sözcüğünün baş harfi işaretiyle, bir görsel-işitsel hazine olarak günümüze dek gelen politikacı.

Sinema işte böyle bir şey: sırası geldiğinde el attığı ortak bellek dolabından bir figürü tozlarını silkip yeniden canlandıran; ona yeniden hayat veren; onu yeni bilgiler ve anılarla aramıza katan bir çağdaş mucize. Bundan şikayet edilir mi?

Anlaşılan sırada Churchill varmış.  Ve de ilk iktidar günleri. Gerçi o daha 1910’lardan başlayarak İngiliz ve Avrupa dünyasının politik sahnesinde belirdi. Nitekim 1915-16’larda Almanya’yla ittifak yapan Osmanlı imparatorluğunu sıkıştırmak ve Çanakkale boğazını ele geçirmek amacıyla Gallipoli’ye (yani bizim Gelibolu) hatırı sayılır bir askeri güç yollamak, taptaze politikacı Churchill’in işi değil miydi?   

Ama bilindiği üzere Türk askeri burayı öylesine cansiperane savundu ki, İngilizler tam bir bozguna uğradı, yenilgiyi kabullendi. Nitekim filmde bu ‘bozgun’ en az iki kere hatırlatılıyor. Bizler için ne onur!...

Dönem değişmiş, ikinci savaş başlamıştır. Almanya birkaç Avrupa ülkesini işgal etmiş, sonra da Belçika ve Fransa’yı kıyıdan işgale başlamıştır. Genç kral 6. George, kaşarlanmış ama pasif siyasetçi Neville Chamberlain’ı başbakanlıktan alıp yerine -pek güvenmese de- Churchill’i getirir.

O sırada ünlü Dunkirk savaşı başlamıştır. Taze başkan İngiliz ordusunun önemli bir bölümünü yok etme riski taşıyan akibeti karanlık bir savaşa girmek ya da kimi eski siyasetçilerin savunduğu ‘Hitler’le anlaşmak’ alternatifleri arasında, çok zor bir seçim yapmak zorundadır.

Gerçekten de o korkunç savaşı böylesine hatırlamanın ve unutulmuş birçok gerçeği öğrenmenin zevkine doyum olmuyor. Bu uydurma bir gerilim değil; yaşanmış ve dünyayı değiştirmiş, sonunda insanlığı kurtarmış bir gerçek öykü.

Ve de öylesine iyi anlatılıyor ki...Wright ancak bir İngiliz’in ve de yetenekli bir sinemacının yapabileceği biçimde, bir yandan Churchil’in görkemli bir portresini çiziyor. Büyük İngiliz oyuncusu, nasılsa Oscar’sız kalmış Gary Oldman’ın tam 60 yaşında eriştiği olgunluğa alabildiğine yaslanarak.. Elbette çok usta bir makyajcı ekibinin ve her gün yinelenen uzun makyaj saatlerinin de katkısıyla....

Ve onun bir yandan kral George; kaşarlanmış siyasetçiler Richard Attlee, Chamberlain, Halifax kontu; askeri komutanlar; öte yandan hemen yanı başındaki birkaç özel dostuyla ilişkilerini  öyle bir veriyor ki... Özellikle eşi Clemmie (Kristin Scott Thomas) ve gencecik kadın sekreteri Elizabeth Layton’la (Lily James). Yakın tarihin bu ünlülerini tanımaktan adeta onur duyuyoruz.

Ayrıca neredeyse sekiz yüzyıllık benzersiz İngiliz demokrasisinin hiç değişmeyen mekanları: Doğu otokratlarının sonradan görmüşlüğü yansıtan Saray’larıyla hiç ilişkisi olmayan, dar, basık, az ışıklandırılmış tarihsel parlamento binaları...  

Ve o hengamede, asıl yol göstericisi olan, olması gereken halkıyla tanışmak için ilk kez başbakan olarak metroya binen bir politikacının yaşadıklarını izliyorsunuz. İbretle. heyecanla, hadi adını koyalım, gözyaşlarıyla...

Bir lider nasıl kitleye gider; seçmenlerine ulaşır; kalabalıkla birebir temas kurar... O bölüm tek başına görkemli bir demokrasi dersi. Ayni zamanda bir sinema dersi de elbette...

Film yakın zamanda izlediğimiz ve Oscar adaylarından   Dunkirk’in sanki öbür cephesi. Christopher Nolan’ın filmi ne denli çarşaf gibi uzanan bir denize ve uzak ufuklara açılıyorsu, bu film o denli loş salonların, tıkabasa dolu metroların ve hep tıkış tıkış duran bir büyük kentin filmi.

Ama aralarında sanki büyülü bir ilişki var. Ve ikisi ayni hikâyenin iki farklı yüzü olup çıkıyor. Elbette Dunkirk’in kullanabildiği sinemasal olanakların çok daha büyük olduğu ve bu açıdan çok daha ‘sanatsal’ durduğu kesin.

Ama bu, En Karanlık Zaman’ın önemini o kadar da azaltmıyor. O tür bir sinemayı böylesine iyi yapmak da az marifet değil...

Sonuç olarak hayli geveze ve bir ölçüde didaktik gözükse de, 20. yüzyıl tarihi ve de insan olmanın, özgür olmanın, demokrat olmanın tarihi üzerine paha biçilmez şeyler söyleyen, önemli ve anılarda kalıcı bir film.