X X X (Zone of Interest) Yönetmen: Jonathan Glazer ABD-İngiltere-Polonya yapımı, 2023 |
Evet, Almanların Hitler’in yönetimi altında soykırım tarihinin en büyük uygulamasını yaptıkları, 6 milyon Yahudi’yi üstelik en acı ve hain yöntemlerle öldürdükleri, Holocaust da denen o korkunç kolektif suçu işledikleri olay yeniden karşımızda... İkinci dünya savaşının en acı olayı: insanlığın ortak vicdanını en çok zorlayan; tarihte benzeri görülmemiş bir büyük cinayet... Bu kadarı belki bir daha olmaz; ama günümüzde bile benzer çabalar az değil... Biri de en inanılmaz olay... Bunun en büyük kurbanı olarak bilinen halkın kendi vatanında işlediği soykırımı nasıl izah edersiniz?
Kendi adıma, biraz daha aşağıdan bir sözcük kullanarak, benim için ırkçılık denen olay en büyük bir günahtır. Bu nedenle bu konu üzerine yazdıklarımın bir bölümünü bir kitapçıkta toplamıştım: Irkçılığı Gördüm, Tanıyorum (Varlık Yayınları, 2021) Bu temaya değinen filmleri de her zaman yürek acısıyla izlemişimdir. Çok seçici olarak bakarsak: Anna Frank’ın Hatıra Defteri- George Stevens, Kapo- Gillo Pontecorvo, Exodus- Otto Preminger, Nurnberg Duruşması- Stanley Kramer, Marathon Man- John Schlesinger, Music Box- Costa-Gavras, Schindler’in Listesi- Steven Spielberg, Kutsal Hafta- Andrzej Wajda, Hayat Güzeldir- Roberto Benigni, Piyanist- Roman Polanski, Beyaz Bant-Michael Haneke, Saoul’un Oğlu-Laszlo Nemes... Daha birçoğu var, ayrıca yüzlerce de belgesel…
Şimdiyse karşımıza bambaşka bir film geliyor. Geçen yıl Cannes’da kimilerinin alkışını, kimilerininse ağır eleştirisini (özellikle Fransızlar) toplayan film, Altın Palmiye’yi kaptırmış, kendisiyse Büyük Ödül’ü almıştı. Raslantıya bakınız ki, ikisinde de aynı kadın, Sandra Hüller baş roldeydi. Bizim Merve Dizdar gibi sanki!..
Film uzun süren bir karanlıktan sonra, birden en güzel görüntülerle açılıyor. Denize karşı bir kıyı; yemyeşil alanlar; büyük havuzlar; çiçek tarlaları… Ve yarı çıplak bir büyük aile...
Burası Höss ailesinin görkemli rezidansıdır: Alman Nazi örgütünün gözdelerinden Rudolph Höss ve eşi Hedwig... İşin tuhafı o malikanenin hemen ardında ve duvarların ötesinde, evrensel dillerde ‘concentration camp- toplama kampı’ denen yerlerden biri bulunmaktadır. Onların lüks hayatıyla o ölüm alanları yanyana... Ve bu hayal ürünü değil; çünkü yönetmen Glaser yıllar sonra orayı ziyaret ettiğinde, bu garip komşuluğu bizzat gözlemiştir!..
Böylece macera gelişir. Ama doğrusu benim gibi çok kişiyi belli bir düş kırıklığına uğratarak... Ne yalan söyleyeyim; ben yine o kitlesel kıyımlar üzerine yeni bir dalış filmi bekliyordum. Onun yerine, daha dolaylı yaklaşan, inceliklerle dolu bir film gördüm. Belki bu çok işlenmiş konu böylesine değişik bir yaklaşımı hak ediyordu. Bilemiyorum ki…
Ama ilginç yanlarına bakarsak... O hemen oracıktaki menhus yere girmiyoruz; faciayı görmüyoruz. Ama olup biteni zaten biliyor değil miyiz? Ayrıca bize uzaktan sürekli yansıyan o sesler, feryatlar, çığlıklar olup biteni hatırlatmıyor mu? Aynı biçimde, Mica Levi’nin müziği de öylesine ciddi, ağırbaşlı ve dramatik ki... Bu taze yaklaşımı destekliyor.
Yine o ön plandaki büyük aileye dönersek... Mutlu bir karı-koca, dört çocuk, ziyarete gelmiş bir kayınvalide...Ve hemen yanı başlarındaki çöken bir dünyadan haberdar bile değiller... Öylesine ki, Hedwig’in çevrede “Auschwitz Kraliçesi” diye anılması ona ancak sevinç ve gurur veriyor!.. Rudolph’un tayini nedeniyle zoraki ayrılmaları sahnesi gerçekten etkileyici. Hedwig’in eşiyle birlikte gitmeyip çocuklarla kalması da trajikomik bir sahneye dönüşüyor: çünkü o hala şöyle diyor: “Burası benim evim, bahçem alanım...Daha iyisini bulamam ki.” Bir de arkadaki ölülerin sayısını bilse...
Arada tuhaf sekanslar var. Siyah-beyaz olarak verilmiş... Burada Hedwig çocuklarına Alman çocuk klasiği Hansel ve Gretel’i okuken, ekrana garip gece manzaraları geliyor. Auschwitz-Bir Devlet Müzesi’den alınmış görüntülerle... Bu sahnelerde genç kız piyano çalarken, Joseph Wulf adlı bir Alman-Polonyalı Yahudi tarihçinin bestesi olan bir şarkıya hayat veriyor. O anlarda biz sadece bu müziği duyarken, parçanın sözleri ekranda beliriyor. Ve bizlere Nazi suçlarını hatırlatıyor. Bir kez daha...
Böylece, aslında bu yine ana tema oluyor. Ama dediğim gibi, son derece dolaylı biçimde... Demek ki, bu yenilikçi çaba sizi rahatsız etmezse… Görmenize değer.
Son olarak, az ama öz film yönetmiş Jonathan Glazer’in bu garip biçimde çekici filmdeki çabasını ve karı-koca Höss’lerde Christian Friedel-Sandra Hüller ikilisinin başarısını da anmalıyım.
YARIN: ZAFERİN RENGİ
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |