SOHO’DA DÜN GECE X X X
(Last Night in Soho)/ Yönetmen: Edward Wright/ Senaryo: Edward Wright, Krysty Wilson-Caims/ Görüntü: Chung-hoon Chung/ Müzik: Steven Price/ Oyuncular: Thomasin McKenzie, Rita Tushingham, Diana Rigg, Anya-Taylor Joy, Terence Stamp, Michael Ajao, Matt Smith, Synnove Karlsen/ ABD-İngiliz yapımı, 2021
Doğrusu son günlerde izlediğimiz en şaşırtıcı, en sürprizli film... Son James Bond filmi Ölmek İçin Zaman Yok, Dune: Çöl Gezegeni, Eternals gibi filmlerden sonra ve onlara rağmen, bu rahatça söylenebilir.
Film son derece neşeli ve uçarı bir müzikal havasıyla açılıyor. Yüzü masumiyetin tam yansıması gibi duran bir genç kız bize şarkı söyleyip dans ediyor. Söylediği Peter&Gordon ikilisinin A World Without Love şarkısıdır. Ve o, ana-babası çoktan öldüğü için büyükannesi Peggy’yle kuzey İngiltere’nin Cornwall yöresinde yaşayan, ama Londra’ya gidip modacılık eğitimi almayı hayal eden bir genç kızdır.
Peggy’nin sürekli Londra’dan korkuyla söz eden, büyük kentin uğursuzluklarını sayıp duran söylemine karşın, Eloise ya da Ellie, hele Moda Yüksek Okulu’na kabul edildiğini öğrenince trene binip gider. Ve orada son derece şen, hatta azgın bir kızlar gurubunun ve onlardan da azgın erkek arkadaşlarının arasına düşer. Aralarında en iyi ilişki kurduğu John adlı siyahi bir oğlandır. Ve o dostluk sonuna dek sürecektir.
Ama kısa zamanda gizem üstüne gizem yaşanır. Yurttaki kızlardan usanıp yaşlı bayan Collins’in evinde tek bir odaya taşınan Ellie, uykusunda rüya üzerine rüya görmeye başlar. Bu rüyalar nedense hep 1960’ların ‘swinging London’una aittir. Dönemin tüm modaları, şarkıları, çılgınlıkları... Ama ayni zamanda işlenmiş kimi büyük suçlarıyla da dolu olan... Böylece o dönemin Sandie adlı bir şarkıcısını tanır. Onun peşine düşen sinsi menecer-pezevenk Jack’a aşık olduğunu sanarken, kendisini bir azgın ve de yaşlı erkek sürüsünün ortasında bulan ve böylece hayatı kayan Sandie... Ona öylesine ilgi duyar ki, artık sanki hayatı onunla özdeşleşir. Ve yönetmen zaten tüm filme egemen olan üstün görselliğiyle, Ellie-Sandie ikilisini de özellikle aynalar ve yansımalar aracılığıyla mükemmel biçimde bir araya getirir: filmin belki en ilginç yanı...
Bu arada Ellie’nin hayatına birkaç kişi daha girer. Örneğin yanına taşındığı ve onunla garip bir ilişki kuran yaşlı ve dikbaşlı bayan Collins... Ki onun hayatındaki büyük giz en sonunda ortaya çıkacak ve finale damgasını vuracaktır. Ya da yeni Londra’da peşine düşen yine gizemli yaşlı zampara adam... Ki bayan Collins’de bir dönemin Bond kızı da olmuş Diana Rigg, zamparada ise yine bir dönemin unutulmaz yakışıklısı Terence Stamp’in bulunması, elbette sinefiller için büyük önem taşıyacaktır; eski dostlarla buluşmanın zevki...
Bu arada çağdaş ve eski Londra’nın birçok ünlü ve kimi efsane olmuş mekanı da devreye girer: Rialto Club, Cafe de Paris, İnferno...Ve bunlarda yaşanan çılgın partiler...Öylesine kalabalık, öylesine keyif sunan ve o keyfi biz seyirciye de bulaştırmayı başaran bir sinemayla...Bunun için yönetmenin birçok önemli çabayı bir araya getirdiğini bilmek ilginçtir. Gerçekten de İngiliz yönetmeni Edward Wright dış sahnelerinin bir bölümünü Pandemi sırasında bomboş olan merkezi Londra’da çekerken, gece sahneleri için bir taksiye yerleştirdiği Steadicam aygıtından yararlanmış ve böylece tümüyle amatör yığınları filme dahil edilebilmiş. Bunlar sayesinde son derece görselliğe hakim, akıcı bir üslup sahibi bir anlatım da filme çok şey katıyor.
Filmde elbette açık bir öge, konuya da yerleşmiş olan 60’lar tutkusu... Böylece o yılların ünlü İngiliz şarkıcılarından Cilla Black, Petula Clark, Sandie Shaw da şarkılarıyla filme giriyor. Özellikle Black’ın Anyone Who had A Heart, Clark’ın Downtown şarkıları gibi... 1975 doğumlu yönetmen bu konuda şöyle demiş: “Hep kaçırdığın o 10 yıl seni çeker. Bana da öyle oldu, hep 60’ları aradım”. Bu arada filme asıl damgasını vuran You’re My World şarkısının bunca yıl sonra Cilla Black’ı canlandıran Beth Singh aracılığıyla filme çok güzel bir konser sahnesi olarak girdiğini de ekleyeyim.
Ama sonuç olarak bu bir gerilim filmi. Ve o yanıyla öne çıkıyor. Hele sonunda tam bir seri katil hikâyesine dönüştüğüne göre, bu doğal. Ama filmi bu açıdan eleştirenler var. Bu yanının biraz abartıldığı, dehşet ögelerinin fazlasıyla altının çizildiği söyleniyor. Yine de örneğin alanın ustası yazar Stephen King filme bayılmış. Ve şöyle demiş: “Filmi özel olarak gördüm, çok beğendim. Ve hayatımda ilk kez bir filmi ikinci kez izlemek istedim. Gösterime girince yeniden gideceğim. Bu çok özel bir film. Özetle ’Sürprizli bir zaman-içinde yolculuk”. Ayrıca yabancı eleştirmenlerin filmi The Shining, Repulsion, Don’t Look Now, Drag met o the Hell gibi korku klasiklerine benzettiğini de bilmek ilginç...
Oyunculara gelince... Yepyeni oyuncu Thomasin McKenzie, yine yenilerden Michael Ajao (John), Matt Smith (Jack) çok iyiler. Anya-Taylor Joy, Sandie’ye hayat vermiş. Ama yaşlılar da müthiş... Bunca yıl sonra Rita Tushingham, Diana Rigg, Terence Stamp gibi isimleri izlemek çok hoş bir sürpriz oluyor. Sinemanın öylesine geçmişinden geliyorlar ki... Bu arada Diana Rigg’in filmin tamamlanmasından hemen sonra, Eylül 2020’de öldüğünü ekleyeyim. Dame ünvanlı sanatçı 83 yaşındaydı.