Atilla Dorsay

23 Aralık 2022

Müzik tarihinin en büyük seslerinden birini izlemek

Filmin bence en önemli yanı adına Afro-American da denen Amerikan siyahilerine getirdiği kavrayıcı bakış

 

WHİTNEY HOUSTON: I WANNA DANCE WİTH SOMEBODY

X X X ½

Yönetmen: Kasi Lemmons
Senaryo: Anthony McCarten
Gönüntü: Barry Ackroyd
Müzik: Chanda Dancy
Oyuncular: Naomi Acki, Stanley Tucci, Ashton Sanders, Tamara Tunie, Clarke Peters, Nafessa Willams, Evonne Archer

Sony yapımı, 2022.

Pop müzik tarihinin en etkileyici şarkıcılarından, her türde harika sesiyle söylediği şarkılara karşın en çok R&B - Rhythm and Blues alanında tanınan Whitney Houston'un hayatını anlatan bir film. İki buçuk saatlik uzunluğuyla bunu gayet iyi başardığı söylenebilir.

1994'de açılıp hemen sonra 1983'e ve Ronald Reagan döneminin New Jersey eyaletine dönen filmde, siyahi bir ailenin yetenekli kızı Whitney'in ilk dönemi anlatılıyor. Annesi onu öylesine sert bir disiplinle yetiştiriyor ki... Çünkü Cissy Houston da zamanında şarkı söylemiştir; işin zorluklarını ve inceliklerini bilir. Kocası John'la sürekli kavgaları genç kızın ve ailenin hayatını az karartmaz!.. Ama yolcu yolunda gider ve bir lakabı da Nippy olan şarkıcımız, dev adımlarla müzik hayatında ilerler.

Bu arada Whitney'in bir lezbiyen olduğunu da öğreniriz. Yaşdaşı ve ırkdaşı Rob lakaplı Robyn hayatına öylesine nüfuz eder ki... Bir daha da çıkmaz. Gerçi kamuoyu önünde bunu gizlemeye çalışırlar. Hatta Whitney yine ırkdaşı Bobby Brown'la da ilişki kurar. Ve bir ara punduna getirip evlenirler. Daha çok sanatını rahatça sürdürebilmesi amacıyla... Ama bir yandan bu evlilik ve ona kazandırdığı sevimli kız çocuğu; öte yandan sevecenliğini hep koruyan annesinin karşısındaki nekes ve paragöz babası... Whitney için özel hayatı zordur ve hep öyle kalacaktır. En çok da kocası Bobby ile 'metresi' Robyn arasındaki o bitmeyen kavga nedeniyle...

Ama kariyeri tek sözcükle görkemlidir. Öylesine bir sesi vardır ki... En alt düzeyden başlayıp ilahi bir ses gibi sanki zirvelere yükselir. Hele Clive Davis'in menajerliğine kavuşunca... Bu ilginç adam (ki o da bir gay'dir!) Whitney'in önünde ufuklar açar. Ünlü plak firması Aresta ile kontrat yapar; şarkı üstüne şarkı; albüm üstüne albüm; konser üstüne konser... Daha ilk albümüyle Grammy ödülü alır. Ki sayısız ödülü sonradan üst üste yığılacaktır.

Ve o birbirinden unutulmaz şarkılar... The Greatest Love of All'dan I Love You Porgy'ye; ya da filmin adını taşıyan şarkıya... Ama en unutulmazı elbette I Will Always Love You olacaktır. Menajeri Davis sayesinde sinemayı da dener ve özellikle Kevin Costner'la çevirdiği The Bodyguard (bizde de Bodigard adıyla oynamıştı) birçok kuşağın unutamadığı bir film olur. O şarkıyı da içeren... İşin tuhafı, filmde bir Nelson Mandela'yı anma konserinde bize dinletilen bu şarkı, aslında bir Dolly Parton eseridir. Ama Whitney onu öylesine sırtına geçirir ve kendi malı yapar ki... 

Ve Houston hiç yorulmadan turnelere çıkar. Hele babasının tüm parasının üstüne oturduğunu öğrenince... Ve bunu telafi etmek için tam 70 konser içeren bir turne önerisi alınca... Ne yapsın zavallı... Bunca çaba, bu insan üstü gayret, bu tükenmez aile kavgaları, sonunda onu o kaçınılmaz akıbetin kurbanı yapacaktır: uyuşturucuya sığınmak...

Bu arada toplum onu ve yaptıklarını sürekli eleştirmeye başlar. Örneğin müziğini 'Yeterince siyahi değil' diye eleştirirler. Sanatçının yanıtı şu olur: "Bakın, ben nasıl siyahi şarkı söylenir, nasıl beyaz şarkı söylenir, bilmiyorum. Ben nasıl iyi şarkı söylenir, onu biliyorum!"

Filmin bence en önemli yanı adına Afro-American da denen Amerikan siyahilerine getirdiği kavrayıcı bakış. O siyahiler ki, kahverenginden pembeye değişen renkleri, koca dudakları, bembeyaz dişleri, özellikle de o inanılmaz müzik yetenekleriyle ABD kültürüne ne çok şey kazandırdılar!.. Hele caz müziğinde Louis Armstrong'dan Oscar Peterson'a, Ella Fitzgerald'dan Sarah Vaughan'a, Duke Ellington'dan Dizzie Gillespie'ye, Lena Horne'dan Billie Holiday'e, Miles Davis'den Charlie Parker'e, Nat King Cole'dan Billy Eckstine'a, onlarsız bırakınız ABD'yi, tüm 20. yüzyılın popüler müziği ne kadar eksik kalırdı!.. Bu ilginç film bence özellikle bunu hatırlatıyor.

Ve sonunda Whitney Houston son bir 'film içi konser'le bize veda ediyor. Böylece onca sevmiş, onca sevilmiş (ve hep 'anasının prensesi' olarak kalmış), onca zafer kazanıp onca acı çekmiş bu muhteşem kişilik, ulusal marşını bile temposunu tümüyle değiştirerek kalabalıklara kabul ettirmiş bu eşsiz sanatçı, artık tarihin malı olarak belleklere yerleşiyor. Daha ne istenir?

Aslında Whitney daha önce de anılmış. 2017'de bir video film, ertesi yıl ise Whitney adıyla önemli bir belgesel yapılmış: Kevin McDonald imzalı. Ama bu filmin tadı çok başka... 

Şunu da eklemeliyim. Son jeneriklerde de yazıldığı gibi, tüm şarkılar sanatçının kendi sesinden verilmiş. Onu büyük başarıyla canlandıran Naomi Ackie sadece bir tek şarkı söylemiş. Bu bile bence çok büyük bir başarı. Onca şarkıda, uzak ve hele yakın planlarda, o sese fiziğini ve yüzünü veren kişi olmak... Bu nasıl bir mucize? Naomi Ackie'yle birlikte özellikle annede Tamara Tunie, menejer Clive'da deneyimli Stanley Tucci, lezbiyen sevgilide Nafessa Willams'ı da kutlamak gerek. Hele müzikseverseniz, bu filmi görmek de kaçınılmaz.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...