GLASS X X X ½ Yönetim ve senaryo: M. Night Shyamalan |
M. Night Shyamalan kuşku yok ki çağdaş sinemanın ilginç isimlerinden biri. 1992’de başladığı yönetmenliğinde dikkat çekmeyen iki filmden sonra Altıncı His’le turnayı gözünden vurdu(1999). Ama bir tür gerçek-üstücü gerilim diye nitelenebilecek filmden sonra ayni başarıyı kazanamadı.
Ve de onca kişiliği eldiven gibi bedenine geçiren James MacAvoy’u da övmüştüm.
Bu yeni filmde iki filmin ana kahramanları yeni bir hikâyede buluşuyorlar. David Dunn, Elijah Prince ve çoklu kişiliğin ana karakteri olduğu anlaşılan Kevin Wendell Crumb, bu kez yine filmlerin dekoru (ve Shyamalan’ın kenti) olan Philadelphia’da, bir büyük hastanede biraraya geliyor.
Önceki filmde o kızlardan birini serbest bırakmıştır Kevin... Ama o genç kız, Casey Cook bu filmde de karşımıza çıkıyor. Kevin yine genç kızları kaçırmayı sürdürmektedir. David- Bruce Willis de üstün yeteneklerini artık yasaların yanında ve polisin hizmetinde kullanmaktadır.
Elijah- Samuel Jackson ise kırılmaya hazır kemik yapısıyla sanki bir cam-adamdır: filmin adıyla bağlantılı olarak...(Glass: cam). Bu üç temel kişilik orada, yani hastanede inatçı ve iddialı bir kadın doktorun gözlemi altında ‘normalleştirilmeye’ çalışılacaktır. Ve Elijah bağlı olduğu koltuktan kalkıp olaylara müdahele ettiğinde, işin şekli değişecektir.
Belki en ilginç olanı, bu üçlemenin ancak ilk filmden tam 19 yıl sonra bütünlenmiş olması. Devam filmleri hep vardır ve çok uzun süreçlere yayılmış olabilir. Ama burada birkaç ana temanın ve üç ana kahramanın birleştirdiği bir üçleme var. Biryerde yönetmenin bunu daha ilk filmle birlikte düşündüğü söyleniyor. Ayrıca ikinci filmin sonunda David/ Bruce Willis’in birden çıkıp geldiği de hatırlanıyor. Demek ki bu baştan tasarlanmış bir proje.
Kendi adıma, bence bu üçüncü bölüm en iyisi. Sürprizlerin art arda geldiği, gerilimin hiç aksamadığı filmde iki temel yenilik var. Biri çağdaş teknolojinin ve buna bağlı olarak sosyal medya denen şeyin sürekli sözkonusu edilmesi.
Diğeriyse çizgi roman denen alanın da bir gösteri değil, bir eleştiri; en çok üstün-adam kavramına yönelik bir alay konusu olarak filmin yapısına sindirilmişliği. İncelikli ve entelektüel biçimde bir tartışma alanı, bir hayata ve sanata bakış tarzı olarak...
Ve o hepsi şizofren kahramanları, sinsi ve karamsar mizahıyla film ayakta duruyor. James MacAvoy’un yarım düzineden fazla çok farklı kişiliği sürekli giyip çıkarmasıysa, tadına varılacak bir gösteriye dönüşüyor.
Ve herhalde her gerilim meraklısı gibi bir Hitchcock hayranı olan Shyamalan, ustanın bir başka huyunu da benimsemiş olarak, kısacık bir rolde karşımıza geliyor. Jeneriklerde hiç adı geçmese de...
Özetle: izlenmesinde fayda var!...