FLORENCE X X X X |
Florence Foster Jenkins’in öyküsü, önce 1994 yılında bir oyuna konu edilmiş. Precious Few adıyla... Sonra bundan Glorious! adlı bir uyarlama yapılmış, o da 27 dile çevrilmiş ve 40 ülkede oynanmış. Kendi adıma, örneğin sevgili Yıldız Kenter’i bu rolde görmeyi ne isterdim!..
Jenkins (1868- 1944) Amerikalı bir kadın. New York’ta yaşıyor, aileden büyük serveti var. Müzik hastası: Önce piyanist olmak istiyor, ama bir elini incitince bunu yapamıyor. Sonra şarkı söylemeyi deniyor.
Ve aslında bunu da yapamaması gerekiyor: Çünkü berbat bir sesi var!.. Ama o sıralarda –yani 1920-30’larda- New York’un müzik ve sanat hayatında öyle bir gücü, bir ’patronajı’ var ki...
Çünkü özellikle müziğe yardım ediyor: Efsanevi şef Arturo Toscanini bile gelip bir konser için ondan destek istiyor!.. Tenor Enrico Causo, soprano Lily Pons, besteci Cole Porter, orkestra şefi Thomas Beechem de dostları arasında...
Ve para elbette her kapıyı açıyor. Ünlü Carnegie Hall konser salonunun kapısını bile... Ve bir eleştirmenin “dünyanın en kötü opera şarkıcısı” dediği Florence, orada konser verme hayalini gerçekleştiriyor. Salonun tarihindeki en ilgi gören, biletleri kapış kapış giden bir konser...
Ses yine korkunç, şarkılar/aryalar birbiri ardına katlediliyor. Ama bu müziğin değilse de medyanın tarihine geçen bir olay oluyor. Sadece bir tek gazetenin gerçek anlamda eleştirdiği...
Bu ilginç konudan olabilecek en sempatik film var karşımızda... İngiliz ustası Stephen Frears bu tipik Amerikan öyküye özenle ve sevgiyle yaklaşıyor. Zaten özellikle son döneminde The Queen- Kıraliçe, Cheri- Aşkım, Philomena- Umudun Peşinde vb. filmlerde eksantrik kadınlarla iç içe değil miydi?
Dönemin New York’u kusursuz biçimde canlanıyor. Hele onca konseri ve kokteyli kaçırmayan o seyirci, müzikten anlamasa da bunu ‘monden’ olmanın gereği sayan o sonradan görme takımı, özellikle de o takmış-takıştırmış yaşlı kadınlar...Amerikan toplumunda Avrupa’dan çok daha ötelere giden bir kültür özentisi olgusu yok mudur?
Ön planda ise kusursuz bir oyunculuk gösterisi var. Hem de takım halinde... Meryl Streep bu kez komedi ağırlıklı bir rolde, hem de onca şarkıyı kendi sesiyle söyleyerek ve bunu bir güldürü ögesi haline getirerek zirveye çıkıyor.
Ama komedi bir yere yere kadar... O noktada, onun eski kocasından devraldığı frengi hastalığı ortaya çıkınca, dengeler biraz sallanıyor. Ve usta oyuncu kimbilir kaçıncı Oscar adaylığına kanat açıyor.
İkinci kocası, aslında Florence’le gerçek bir karı-koca ilişkisi yaşamayan, ama ona beklediği tüm sevgi ve ilgiyi veren St. Clair Bayfield rolünde uzun süredir izlemediğimiz Hugh Grant da harika. Bu ‘eski yakışıklı’ aslında zor bir rolü öylesine sırtına geçirmiş ki... Umarım bu dönüşü kalıcı olur.
Ve Florence’in onca aday arasından özenle seçtiği utangaç, eşcinsel görünümlü genç piyanist Cosme’de Simon Helberg filme çok şey katıyor. Digiturk’de her akşam Bing Bang Theory komedi dizisinde ekrana gelen oyuncuyu bundan sonra başka bir gözle izleyeceğim!..
Tuhaf bir öykünün içinde kaybolan ünlüler
GİZLİ GÜZELLİK X X |
Ancak Amerikalıların sevdiği ve dolayısıyla yaptığı türden bir film: Bir duygusal filmin içinde yaşam dersleri verme ve kırıntı halinde de olsa felsefe üretme gayreti.
Kimileri başka bir tanımlama da getirebilir: Filmin tüm dünyada çıkış zamanı ve üstelik tümüyle Noel ışıklarına bürünmüş bir New York gösterme çabası (ve itiraf edelim; başarısı!), bunu biraz da yine o tipik Amerikan “Noel filmleri” kategorisine alıyor!..
Film öncelikle zengin kadrosuyla dikkat çekiyor. Onca ünlü ve yetenekli ismi birarada görmek ne güzel!.. Ama beklentileri karşılayamadığı da bir gerçek.
New York’ta yaşayan bir avuç insanın içiçe öyküsü. Başta, bir büyük reklam şirketinin iki yöneticisi, Howard (Will Smith) ve Whit (Edward Norton) şirketin genel kurulunda son derece neşeli ve umutlu kişiler olarak tanıtılır.
Birkaç zaman sonra, ikisi de sorunlu, ezik ve matemli insanlar haline gelmiştir. Nasıl olmuştur bu? Howard 6 yaşlarındaki hayatının neşesi kızını bir hastalığa teslim etmiş ve eşinden de ayrılmıştır. Whit ise ayrıldığı eşi nedeniyle biraz daha büyük olan kızından kopmak zorunda kalmıştır.
Böylece özel yaşamlarının uçurumun kıyısına getirdiği iki kahramanı tanırız. Ama başkaları da vardır. Şirketin içinde ve dışında... Dışardakilerin arasında izbe bir mekanda tiyatro yapmaya çalışan üç insan tanırız. Hayli yaşlı, ama dinç Brigitte (Helen Mirren). Son derece alımlı Amy (Keira Knightley). Ve gencecik siyahi Raffi (Job Latimore).
Amy’nin peşinden oraya gelmiş olan Whit onlara bir iş önerir. Son derece tuhaf bir iş: Bir zamanlar başarının üç unsura, Sevgi, Zaman ve Ölüm’le ilişkiye bağlı olduğunu yanındakilere anlatıp duran Howard, şimdi dengesini yitirmiş olup bu üç kavrama mektuplar yazmaktadır . Eğer tiyatrocular bu üç kavramın kılığına girip Howard’ın karşısına Sevgi, Zaman ve Ölüm olarak çıkarlarsa, belki onu iyileştirmek imkanı doğacaktır!..
Bu tuhaf hikaye elbette tuhaf bir filme yol açıyor. Ama bu simgelerle donanmış ve bir hayat felsefesi peşindeki film pek de yürümüyor. Amerikan sinemasınınm özellikle 40’larda yaptığı ve başyapıtı sanırım Frank Capra’nın Şahane Hayat filmi olan o mistik, gerçek-ötesi, melekli-perili filmler devri geride kaldı. Bu çağda bu hikaye yutulur mu?
David Frankel anlatımıyla hikayenin boşluklarını dolduramıyor. Geriye gerçekten etkileyici bir New York güzellemesi ve iyi seçilmiş bir kadronun oyunculuk gösterisi kalıyor. Bu kadarı yeterse....