Atilla Dorsay

29 Mart 2016

Medeniyet Savaşı'na konsolos azarlayarak katılmak...

Her şeyi muhtarlar toplantısı düzeyinde, sadece kendi seçmeninize mesaj vermek yönünde düşünmeniz doğru mudur?

  Gerçekten kahroluyorum. Ülkemin içine düştüğü şu durum, büyük kentlere sıçrayan kör terör, sokağa çıkmaya korkan insanlarımız... Bölgemizde düştüğümüz korkunç yalnızlığın giderek tüm dünyada dostsuz ve müttefiksiz, tek başımıza kalmaya doğru hızla giden dramatik temposu...

   Ve gitgide daha kötü yönetilen bir ülke, en yüksek makamdan sanki sırayla herkesin, hepimizin başına yağan laf salvoları, savrulan hakaretler, özgürlüğe ve demokrasiye vurulan apaçık tokatlar... Türk-yabancı demeden her kesime, her kuruma layık görülen saldırılar...

   Son örneklerinden biri Sayın Cumhurbaşkanımızın uluslararası diplomasinin Türkiye temsilcilerine çıkışması oldu. İlk duyduğumda ürperdim, günler geçti hala ürperiyorum.

   Gerçi Murat Belge bu konuda söylenebilecekleri gayet güzel söyledi. Onu kutluyorum: iyi ki varsın Murat. Ve de T24’e hoş geldin. Ayrıca iyi ki varsınız, tüm o cesur yürekler, o namuslu kalemler, o Can Dündar’lar, Erdem Gül’ler.... Erdoğan’a karşı hakaret davası açan ilk gazeteci olan Baskın Oran’lar... Ve benzerleri. Sizler bu kargaşa günlerinde yüzümüzü ağartıyor, bize gelecek için biraz umut veriyorsunuz.

   Bu konuda ben de birkaç satır yazmak istiyorum. Çünkü hepsini tanımasam da o diplomatların yaptıklarını onaylıyor, takdir ediyorum. Aralarında dostlarım var: Fransız Başkonsolosu Muriel Domenach gibi... Ama diğerlerini de beğeniyorum.

    Örneğin Holanda başkonsolosunun, Beyoğlu faciasının akşamında iki oğluyla ıssız İstiklal caddesinde gezmesi unutulabilir mi? Ya da daha sonra aynı kişilerin yetkililerle kolkola yine Beyoğlu’nda yürümesi... Ne güzel jestler, matemli halkımıza nasıl bir teselli..

   Ama aynı konsolos veya elçiler Can Dündar davasını izlemeye gittiklerinde bir öfke, bir hışım... Ve tehdit içeren çok ağır sözler. Onlara yabancı bir ülkede olduklarını, neredeyse konsolosluktan dışarı adım atmamalarını emir buyuran otoriter bir uslup. O uyarıyı tüm o kişiler Beyoğlu’nda yürüdüğünde niye yapmadınız?

   Oysa o insanların hemen hepsi, şu zor dönemde Türkiye’nin kazandığı önemle orantılı olarak özellikle seçilip ülkemize atanmış kişiler. Hemen hepsi Türkçe biliyor, bizi tanıyor, kültürümüzü, özdeğerlerimizi ve elbette siyasal sorunlarımızı biliyor, anlıyor, izliyor. Eğer sayın Cumhurbaşkanı hep muhtarlar yerine farklı kesimleri, bu arada diplomatları da tanımaya çalışsa bunu farkedecek!..

  Ama asıl önemlisi şu; bu fetret çağında, dünyayı ateş gibi saran, kökeni ne olursa olsun teröre karşı mücadele için o ülkelerle kolkola ve yanyana olmak zorunda değil miyiz?

  Sanki Samuel Huntington’un ünlü ‘medeniyetler savaşı’ kehaneti gerçekleşti. Bir yanda terör. Ve özellikle de İslam kökenli gözüken o korkunç Taliban, El Kaide, IŞİD-DAEŞ, Boko Haram  ve her neyse o korkunç cihat örgütleri. Ki davranışları ve yaptıkları öylesine korkunç ki, hiçbir başka örgütle kıyaslanamaz!..

     Bunların tek bildikleri öldürmek... Müslüman veya değil, kadın, erkek veya çocuk, batılı veya doğulu, hiçbir ayrım yapmadan, hedef seçmeden, adeta önlerine çıkanı kitle halinde katletmek... Çağdaş soykırımlar, insafsızca kıyılan kalabalıklar, kesilen kafalar... Tam bir kan ve ölüm çılgınlığı...

    En son Pakistan’da, hem de çokluk küçüklerin toplandığı bir lunaparkta kıyılan 65 kişi neyi gösteriyor, hangi davayı kanıtlıyor? Allah umarım onlara layık oldukları cezayı verir...

  Bu insan müsveddeleri, öldürmedikleri zamanlarda soylu (!) eğlencelerle avunuyorlar.  Gencecik kızlardan harem kurmalar, kadınlara tecavüzler, 10-15 yaşında çocukları canlı bomba haline getirmeler. Dünya medeniyetinin gözü gibi koruduğu antik kentleri havaya uçurmalar. Ve daha neler de neler...

  Açıktır ki bu insanlık için bir ölüm-kalım savaşıdır. Bu savaş insanlığın binlerce yılda kurduğu ve günümüzdeki düzeyine getirdiği uygarlığımzın en büyük mücadelesidir: yaşamak veya yokolmak yolunda... Böyle bir savaşta elbette aklın, çağdaşlığın ve uygarlığın yanında yer alacağız. Başka yolu yok...

  Peki ama, bunu içine girmek için neredeyse 60 yıldır uğraştığımız o Avrupa Birliği'ne ve daha genelde batı dünyasına böylesine çıkışlarla mı sağlayacağız? Hadi, yine en yüksek makamdan yükselen kimi akortsuz sesleri hoş görelim. Örneğin Brüksel katliamından sonra neredeyse zor saklanan bir memnuniyetle,  hemen hemen ‘oh olsun!’ edasıyla yapılan konuşmaları...

   Ama, tüm ülkenin ve de dünyanın izlediği bir basın davasını izlemeye gittiler diye tüm o konsoloslara (ve aralarındaki bir büyükelçiye) yapılan hakaret ve onları çocuk gibi azarlamalar neyin nesi? Diplomasinin temel kurallarından biri o makamlardaki kişilerin o ülkeleri temsil ettiği değil midir?

    Tek bir konuşmayla Fransa’dan İngiltere’ye, Holanda’dan Almanya’ya tüm o büyük ülkeleri karşınıza almak size yakışır mı? Her şeyi muhtarlar toplantısı düzeyinde, sadece kendi seçmeninize mesaj vermek yönünde düşünmeniz doğru mudur?

    Sokaktaki adam sizin parmağınızı sallayarak dünya büyüklerine kafa tutmanızdan hoşnut da olabilir. Ama siyaset, gerçek siyaset bu mudur, böyle mi yapılır?

   Tüm bunlar sorulabilir ve sorulmalıdır. Ama sanırım cevabını boşuna bekleriz...