Atilla Dorsay

22 Kasım 2015

Leyla Umar’ın gittiği gün, Eren Atilla’nın geldiği gün

Leyla Umar'ı suçlamamalıydım, öyle bir dostluğu riske atmamalıydım...

Artık Teşvikiye camini her detayıyla biliyorum. Barok mimarisini, zarif minaresini, musalla taşının konduğu yeri, özel parmaklıklarını... Kendisi gibi zarif ve bozulmamış bir semtin göbeğinde, mimari yoluyla aldığımız estetik zevkle öte yana uğurladığımız dostlarımızın acılarının garip biçimde birbiriyle hemhal olduğu özel bir yapı... Kederi ve matemi bir tül gibi sarmalayan güzelliği içinde...

Oradan en son Leyla’yı uğurladık. Türk gazeteciliğinin unutulmaz adı. Şen kahkahası yıllar boyu kulaklarımızda çınlamış, dostlarına sadakati birçok kez denenmiş, tüm dünyayı dolaşmış, tüm gazetelerde yazmış, ilgi duyduğu tüm ünlülerle konuşmayı başarmış bir kadın. Üstelik hep zarif, hep güzel, hep şık kalmayı da bilmiş..  

 

Leyla ve Pygmalion’u

 

 

Onu bu kısa yazıda anlatamam. Apayrı bir portre gerekir - anılarımda veya bir ‘portreler kitabı’nda...Ama çok özetle yazayım. Ben onu tanıdığımda Refik Erduran’dan boşanmıştı. Tek çocuğu Adnan bir önceki eşindendi. O ve eşi, değerli yemek yazarı Hülya Ekşigil hayatını gerçekten dolduran kişilerdi. Elbette onlardan olan yakışıklı torunu Arda da...Bir dönemde onların ailece Kanada’ya göç etmeleri Leyla’yı nasıl üzmüştü!...

Ama Refik’i hep sevdi. Çokluk alayla, kimi zaman nefrete dönüşen bir acılıkla söz etse de, bunların ardında gerçek bir büyük aşk olduğunu hep hissetmişimdir. O çok mütevazi biçimde başlayan meslek hayatında ona yeni ufuklar açan, alıp Hollywood’a götüren ve orada bambaşka bir alemle tanıştıran Refik’de bir tür Pygmalion’unu bulmuştu. Kişiliği ve yaşam zevki onunla birlikte gelişmişti.

Peki nasıl olmuştu da Refik Erduran gibi duyarlı, edebiyatçı, kişilikli bir adam, vaktiyle Nazım’ı hapisten kaçırmasından unutulmaz oyunlarına birçok şeyle sanatımızın temel kişiliklerinden biri olan bir gazeteci-yazar, Leyla gibi biri kadınla mutluluğu bulamamıştı? Bir tür Charlie Sheen sendromu mu?

Ama cenazesinde hayli çökmüş bir Erduran bana ‘ona karşı hatalı davrandım’ dedi. İçtenlikle, üzüntüyle...Nitekim o gün Cumhuriyet’te çıkan yazısında tam anlamıyla günah çıkarıyor ve pişmanlığını dile getiriyordu. Bad-el Harab-ül Basra!...

 

Madrid’de Leyla ile

 

Leyla büyük bir yazar değildi. Gerçek bir kültür insanı da değildi. Bir süre önce çıkan (ve evde bir türlü  bulamadığım) anıları, yaşadıkları kadar lezzetli olmamıştı. Yıllar önce Kurosawa’nın çok sevdiğim (ve 100 Yılın 100 Filmi kitabıma aldığım) Ran filmini öylesine övmüştüm ki, bir grup dostuyla Fitaş sinemasına gidip görmüştü. İlk karşılaşmamızda o iri gözlerini açarak bana  “Aşk olsun... Ne biçim  bir filme yolladın bizi!” deyişini hatırlarım. 

1991 yılında onun aracılığı sayesinde İspanyol havayollarının davetiyle bir grup gazeteci olarak Madrid’e gittiğimizde, biz birkaç kişi yarım günümüzü ünlü Prado müzesine ayırırken, o şöyle bir göz atıp hemen kaçmıştı.

Ama o Leyla’ydı işte...Afra-tafrası olmayan, hep içinden geldiği gibi davranan ve hayatı dört elle kucaklamayı seven bir yaşam ustası. Sanatla yaşamın kimi zaman oluşan çatışmasında Leyla’nın hep gerçek hayatın yanında yer alacağını bilirdiniz.  

İlk yıllarında benim de uzaktan izlediğim bir gazeteciydi. Ancak 80’lerde karşılaşıp tanıştık. Ve çok iyi ahpap olduk. İstanbul’da Bedrettin Dalan dönemi bu ahpaplığı pekiştirdi. Çünkü onun yerel yönetimde –elbette Turgut Özal’ı ve yeni yerel yönetim yasasını da arkasına alarak- belediyeyi ilk kez sürekli iflas halinden ve dilenci pozisyonundan çıkarıp güçlü ve etkin bir yerel yönetimi kurmasını ibretle izliyor ve yanında yer alıyorduk.

Böylece Leyla da Ortaköy’deki yeni evini bir kültür ve dostluk merkezi haline getirdi. O evin terasındaki davetleri ve Boğaz’a karşı yenen yemekleri unutamam. Dalan üzerindeki etkisi, sanıyorum, hatta biliyorum ki o sıralarda yıkılan eski Kuruçeşme depolarının yerinde görkemli bir park yapılmasına katkıda bulundu.  O park, son yıllarda sürekli yağmalanan Boğaziçi’nde artık ölümsüz bir yeşil vahadır. Ve birgün Dalan ve Leyla’nın karşılıklı büstleriyle süslenmesi gerekir.

 

Serbest gazetecilik ve ünlüler

 

Çok emek verdiği ve başta Abdi İpekçi tüm yazarları ve yöneticileriyle büyük dostluk kurduğu Milliyet’den ayrıldıktan sonra, serbest gazeteciliğe başladı. Yani 70’lerin sonu...Bu ona yepyeni bir dönem açacak ve ‘free lance’ denen bu özgür gazetecilikte dünya çapında bir isim olacaktı. Ünlü Oriana Fallaci’nin bile pabucunu dama attıran..

Böylece o ünlü söyleşiler başladı. Hep yanaşması zor, konuşulması imkansız gözüken isimlerle: Fidel Castro, İdi Amin, Humeyni, Nelson Mandela, Carlos Menem, Yaser Arafat, Raissa Gorbaçov, Felipe Gonzales… Ya da Kirk Douglas, Liza Minnelli, Diana Ross, Julio Iglesias gibi seçme sanatçılar.

Kimsenin yanına yanaşamadığı Afrikalı diktatör İdi Amin röportajını dünya ajanslarına satmış, bu da ona ün ve saygınlık getirmişti. Aynı zamanda Ortaköy’deki evini de…O teras partilerini İdi Amin Dada’ya borçluyduk!... Ve Leyla bunu hep alayla söylemekten zevk alırdı.

 

Fidel’e balık pişirmek!...

 

Ama zirve herhalde Fidel’di. 20 yıla yakın peşinde koştuğu ünlü devrimciyle söyleşinin gerçekleşeceği ortaya çıkınca, buradan aldığı levrekleri oraya götürüp Fidel’le birlikte pişirmek…Kimin aklına gelirdi? Öylesine kadınca ve öylesine zekice bir iş ki…İşte kadın gazetecilerin üstünlüğünü gösteren bir diğer anekdot. Fallaci’den Oprah’a…

Leyla hayır işlerini de hiç ihmal etmedi. Bizzat sokaklardan kurtarıp himayesine aldığı roman kökenli Yusuf Kulca ile birlikte Sokak Çocuklarını Koruma Derneği’nı kurdu. Ve dernek çeşitli kurumların Leyla sayesinde gelen desteğiyle, uzun zaman çok iyi çalıştı. 

Neyse… Daha çok şey var ama…Biz onunla 90’ların ikinci yarısında bozuşur gibi olduk. Ondan aldığım bilgiyle Yeni Yüzyıl’a yazdığım bir Bodrum yazısı ciddi biçimde yalanlandı, ben de isim vermediysem de bilgi kaynağımı suçladım. Bunu yapmamalıydım, öyle bir dostluğu riske atmamalıydım. Ben de Refik Erduran gibi kabahatli olduğumu itiraf edeyim mi?

Aramıza bir kırgınlık girmişti. Ama sonra bunu aşmayı başardık. Hatta bir ara aynı gazetede, Sabah’da buluştuk. Benim için ne onur!...

Ve daha sonra onun inişi başladı: Alzheimer denen çağdaş bela…Son dönemde kötüleşiyordu. Sevgili Hülya Ekşigil bana ‘hiç gitmeyin, üzülürsünüz’ diyordu. Keşke dinlemeseydim, keşke gitseydim. Şimdi, onu bunca zaman görmemişken ölümü çok daha üzüntülü değil mi?

 

Bana aynı gün gelen armağan: Eren Atilla

 

Ama kader işte…Leyla’nın gittiği ayni gün, hayat bana güzel bir armağan verdi. Ve oğlum Gökhan’la eşi Ezgi bize ikinci torunumuzu armağan ettiler: Ozan’dan sonra Eren…Üstelik göbek adı da Atilla. Yani Eren Atilla Dorsay…

Burada torun sahibi olmanın güzelliği ve heyecanı üzerine ahkam kesecek değilim. Öyle bir duygu ki bu, ancak başınıza gelirse anlarsınız. Yaşanmadan anlaşılmayan o özel durumlardan…

Ama siz okurlarımı ilgilendirebilecek yanı şu: Eren bana her açıdan umut ve enerji verdi. Farkındasınızdır: bir süredir (yani 1 Kasım’dan beri) sinema  dışı hiçbir şey yazmadım. Siyasete ya da çevre sorunlarına hiç bulaşmadım.

Elimden gelmedi, yapamadım, yazamadım. Ve böylece son seçim mağluplarının genel teslimiyet ve bezginlik tavrını ben de paylaştım.

Ama hayat devam ediyor. Leyla’nın gittiği gün ve saatlerde gelen Eren Atilla, benim için kişisel bir doping. Sanki tanrısal bir işaret. Ve de: haydi bakalım, iş başına….