SİVAS
Yönetim ve senaryo: Kaan Müjdeci
Görüntü: Armin Dierolf, Martin Solvang
Oyuncular: Doğan İzci, Okan Avcı, Ozan Çelik, Ezgi Ergin, Banu Fotocan, Muttalip Müjdeci ve Çakır.
Kaan Müjdeci’nin ilk filmi Sivas, Venedik gibi çok önemli bir şenliğin Altın Aslan için yarışmalı bölümüne seçilmekle.kalmadı. Şenlikten övgüler ve ödüllerle döndü (değerli bir Jüri Özel Ödülü başta).
Sivas kuşku yok ki erdemleri çok olan ve taze bir bakış getiren bir ilk film. Kısa filmi Babalar ve Oğulları’nda Anadolu’daki köpek döğüşleri olayına eğilen ve kendi deyişiyle ‘köpekleri ile sahipleri arasındaki ilişkiyi inceleyen” Müjdeci, ilk uzun filminde de ayni temaya yaslanıyor. Ve Tokat’ın bir köyünde yaşayan 11 yaşındaki küçük Aslan’ın, neredeyse ölüm halinde bulduğu Çakır adlı bir Kangal köpeğini sahiplenmesini ve onu ‘sahalara sürmesini’ anlatıyor.
İlkel çağlardan kalmışa benzeyen bu olayı yakından izleyegeldiği anlaşılan Müjdeci, aslında seyri zor bir filmle karşımıza geliyor. O kanlı döğüşlerden hiç keyif almamak, hatta gocunup isyan etmek için illa da hayvansever olmak gerekmiyor. Asgari bir doğa sevgisi, bir acıma duygusu bile sonucu getirir. Bu açıdan, doğrusu benim de bayılarak izlediğim bir film olmadı.
Ancak Müjdeci’nin bir başarısı, derin Anadolu’nun bu geleneğini şaşılacak bir inandırıcılıkla karşımıza getirmesi. Elbette hayvanların bu çekimlerden zarar görüp görmediği tartışılabilir, filmi çekenler sorgulanabilir. Bu tartışma yapıldı, ben ayni sulara dalmak istemiyorum.
Ama öte yandan Müjdeci’nin sadece bir belgesel çekmediği, bu döğüşleri kırsal kesimde süregelen genel acımasızlık ve de erkek-egemen, maço bir toplum yapısı için bir eleştiri fırsatı olarak kullandığı da açık. Ve bunu başarıyor: kızsanız da, o kafa yapısı, o ‘mantalite’ ve o dünya görüşü önünüzde açık-seçik beliriyor. Hem de ciddi bir toplumsal eleştiri yaparak...
Elbette kahramanları çocuklar (ve de hayvanlar!) olan tüm filmler gibi, Sivas da naif, çocuksu bir yan taşıyor. Filmi sevmek için aşırı hayvansever olmamak gereği olduğu gibi, naif şeylere de ilgi duymak şart. Bu ölçüler içinde Sivas, doğayı sevmediği gibi hayvanları bile kazanca alet eden bir taşra zihniyetine ve ona vize veren maço ahlaka karşı bir manifesto sayılabilir.
‘Köpeklerin başarısı’ biryana, Sivas amatör ve profesyonel oyunculuğun bir karmasını içeriyor. Baş rol oyuncusu küçük Doğan İzci, Venedik’te uluslararası sinema yazarları tarafından en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmüştü. Ayrıca tüm kadro, hikayenin sınırları içinde görevlerini yerine getiriyor.
Filmin bir yanıyla da taşrada kendi filmlerini çekmeyi hayal edip en azından yapabildiği tek filmle (Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak) bunu gerçekleştiren Ahmet Ulaçay’ı akla getiriyor. Ve ona buradan bir selam yollamamızı gerekli kılıyor. Keşke devam edebilseydi...
Kadın düşkünü mü,
kadın düşmanı mı?
(Welcome to New York)
Yönetmen: Abel Ferrara
Senaryo: A. Ferrara, Chris Zois
Görüntü: Ken Kelsch
Oyuncular: Gerard Depardieu, Jacqueline Bisset, Drena de Niro, Paul Calderon, Maria di Angelis, Amy Ferguson, Paul Hipp/ ABD- Fransa ortak-yapımı.
Fransız diplomat ve iktisatçısı, anlı-şanlı İMF’nin başkanı, o dönem Fransa’sında Sarkozy’den boşalacak cumhurbaşkanlığının en şanslı adayı gösterilmiş Dominique Strauss- Kahn, bilindiği üzere NewYork’ta bir otelde büyük bir skandale karışmış ve cinsel tacizde bulunduğu zenci bir oda hizmetçisinin şikayetiyle gözaltına alınarak yargılanmıştı. Gerçi sonunda aklandı, ama tam olarak hangi bedele karşı, hala bilinmiyor!...Ve olayla birlikte tüm kariyeri ve toplumsal yaşamı da sona erdi. Bugün bir köşede unutulmuş ve nefretle hatırlanan biri olarak yaşıyor.
Bu patetik hikaye, belki de sinemalaştırılmayı bekliyordu. Çünkü içinde sinemanın aradığı herşey var: ünlü kişiler, bol seks, güzel kadınlar, sosyeteden politikaya dünyanın ilgisini çekegelmiş bir sürü insan. Daha ne istenir?
Aslında yönetmeni de böyle bir proje için uygun gibi duruyor. Çünkü ticari filmlere karşın temelde bir ‘Amerikan bağımsızı’ olarak kalmış Abel Ferrara, kimi filmlerinde insanoğlunun zaaflarını ve zirvede olmanın getirdiği sorunları da ele almıştı.
Yine de ortaya çıkan filmi son tahlilde beğenip onaylamak kolay değil. Ferrara, tüm dünyanın bildiği bir olayın ne tam anlamıyla doyurucu ve açıklayıcı bir dökümünü yapabiliyor. Ne de bu olaydan esinlenmiş daha özgür, daha bağımsız bir yaratıcı sinema örneği sunabiliyor. Sanki bu ikisi arasında sıkışıp kalmış gibi
İlk bölüm uzun, çok uzun bir ‘orji’ sekansı. Bu bölümde (filmde yasal nedenlerden adı zikredilmeyen) kahramanımız Fransız diplomatı M. Devereaux, New York’ta indiği otelde daha odasına adım atar atmaz iki fahişe ve birkaç şüpheli adamla birlikte, bir seks alemine dalıyor. Sonra kadınlar gidiyor, hemen ardından başkaları geliyor. Bu bitmeyen Roma alemi saatler, hatta görünüşe göre günler boyu sürüyor. Ve bir porno filmin sınırlarında dolaşıyor, bazen o sınırları bile aşıyor! ...
Niye? Herhalde yönetmen bizi pornoyla avutmak istiyor değil. Daha çok DSK’nın en büyük özelliğini oluşturan o doymayan seks açlığını, o bitmeyen cinsel iştahı iyice vermek istediği için...Ve bu kafamıza iyice dank ediyor: DSK gerçek bir seks bağımlısıdır. Başkalarının içkiye, sigaraya, uyuşturucuya bağımlı olduğu gibi. Ve kişiliğinin bu yanını törpüleyip atması mümkün değildir!...
Sonra o oda hizmetçisiyle ilişkisi başlayıp gelişiyor. Ve olay patlıyor, önce polise, sonra adalete intikal ediyor, tutukluluk süreci gelişiyor. Son bölüm ise ortaya çıkan skandalın adım adım gelişimi ve bir adamın tüm kariyeri ve saygınlığıyla birlikte yok oluşunun öyküsü.
Film kimi parlak anlar içermiyor değil. Tüm o seks alemleri, bu hayat biçimi kadar o karakteri yansıtmak için de gerekliydi sanırım. Eşiyle ilişkileri ve ortaya dökülen aile sırları ilginç. Ayrıca kimi anlarda film oldukça bağımsız ve özgür bir kimliğe bürünüyor. Örneğin Depardieu/ Devereaux/DSK’nın kameraya bakarak konuştuğu bölümler, Brecht’çi bir tavır olarak dikkat çekiyor.
Ama tüm bunlar, bu uzun filmi yeterince canlandırmaya yetmiyor. Marco Ferreri’nin klasik filmi Büyük Tıkınma, yarım yüzyıl önce ‘ölesiye seks’ olayını daha etkileyici biçimde vermişti. Daha yakın zamanda Steve Mac Queeen, Shame- Utanç filminde bir seks bağımlısının portresini daha sağlam biçimde karşımıza getirmişti
Bu film ise, yakın bir dönemin bu çok yankı yapmış olayını perdede canlandırmakta zorlanıyor. Birçok faktörün etkisiyle..Gerçek adların kullanılamamasından, o hizmetçinin hatırladığımız kadar bile çekici olmamasına (hayli çirkin bir siyahi kadın seçilmiş nedense!)...Mahkeme, tutukevi veya sokak sahnelerinin en azından Amerikan sinemasındanı beklenen profesyonel düzeyde olmaması, yan rollerin acemi ellere bırakılması da var.
Ve de elbette baş oyuncular. Gerard Depardieu, artık normal bir insan olmaktan çıkıp bir tür canavara dönüşmüş devasa bedeniyle ve iyi oyunculukla geçmişteki rollerinden izler taşıyan tekrarcılık arasında gidip gelen oyunuyla, hem filme birşeyler katıyor, hem de sürekli itici olmayı başarıyor. Elbette DSK’nın hertürlü ahlak kavramını reddeden alabildiğine ‘epiküryen’ ve zevk düşkünü kişiliğiyle, aktörün bilinen ve kamuoyuna yansımış kişiliği, yer yer buluşmuyor değil. Ama bunu gerçek anlamda düşünülmüş bir kompozisyon çabası olarak görmek de kolay değil.
Benzer şeyler, DSK’nın eşi ünlü gazeteci Anne Sinclair’i yine farklı bir adla canlandıran Jacqueline Bisset için de söylenebilir. Bu unutulmaz beyazperde ikonu da özellikle bağımsız, hatta amatörce bir hava içeren eviçi ve karı-koca çekişmesi sahnelerinde bazen bizi hayran bırakıyor, kimi zamansa irkiltiyor.
Sonuç olarak bu kendine özgü biyografik film, pek kimseyi memnun edecek gibi değil. Ama bir ‘merak nesnesi’ olarak göz atılabilir.