TONI ERDMANN X X X X ½ Yönetim ve senaryo: Maren Ada Alman filmi. |
Geçen (yani 2016) Cannes festivalinden kalma filmler sanki bitmiyor. İşte festivalin en azından eleştirmenler tablosunda sonuna dek başta gözüken, ama sonra şaşırtıcı biçimde ödül listesine girmeyen ünlü film. Ama sonradan heryerde beğenildi ve yılın en iyilerinden olmayı başardı.
Alman kadın yönetmeni Maren Ada’yı ilk kez 2009’daki Alle Anderen- Başka Herşey filmiyle hatırlıyoruz. Aradan geçen uzun zamandan sonra, olasılıkla başyapıtını yaratmış denebilir.
Görünürde bir baba-kız öyküsü bu... Ines işlerini büyük yatırım yaptığı Romanya’da yürüten bir Alman firmasının temsilcisi ve geleceğe açılan programların yöneticisi. En büyük hayali, şirketin Şangay’daki şubesine gitmek...
Ama geçici olarak Bükreş’e geliyor. Orada şirketin geleceği için yerel çalışanların önemli bölümünün işten kovulmasını da içeren bir program üzerinde çalışıyor.
Ve birden karşısına babası çıkıyor. 65’indeki piyano hocası Winfried. Annesi ölüm döşeğinde yatan, çok sevdiği köpeği gözünün önünde ölen adam, atlayıp kızının yanına geliyor.
Winfried son derece kendine özgü bir adam. Öncelikle iflah olmaz bir ‘şakacı’. Kimi zaman en ağır cinsinden ve genelde hep absürd türden... Ines iş hayatının sorunlarıyla boğuşurken, babasını istemiyor. Ve ikna edip geri yolluyor.
Ama birden karşısına Toni Erdmann çıkıyor: Yani Winfried’in peruk ve takma dişler takmış bir kopyası!.. Yine kızını adım adım izliyor, hayatının herşeyine karışıyor, onun patronunun danışmanından Alman büyükelçisine bir kimlikten öbürüne giriyor. O insanları ya güldüren, ya da korkutan kendine özgü bir palyaço, bir tür yaşam gurusu sanki...
Baba-kız ilişkileri böylece sürüyor. Bir yandan ekonomisi geri kalmış bir Avrupa ülkesinin kendi iç sorunları, süregelen yoksulluk ve sömürü. Öyle ki, Ines babasına içinde bulundukları dev yapı için şöyle diyor: “Avrupa’nın en büyük AVM’si, ama kimsenin gelip alış-veriş yapacak parası yok.” Bizdeki ‘en büyük’ merakının Balkan şubesi!..
Öte yandan, iş dünyasının kendine özgü jargonu, siyaseti ve entrikaları. Ve o bitmeyen sömürü. Bükreş banliyösünün perişanlığı acıklı. Ve Erdmann patronun yanında bir işçiye şaka yapıp onun kovulmasına neden olunca, yapacağı hiçbir şey yok!..
Ama ön planda o garip, irkiltici, ama ayni zamanda büyüleyici baba-kız ilişkisi duruyor. Kızını çok sevse de bunu gösteremeyen kendine özgü bir baba. Ve sevmeyi ve mutlu olmayı çoktan unutmuş, hatta cinselliği bile yaşamayı sanki istemeyen kızı. Ki o Rumen gençle seks sahnesi bu açıdan son derece hüzünlü.
Ines’in bu kendisini hapsettiği iş ve sorumluluk şatosundan çıkıp özgürlüğe kavuştuğu sayılı anlardan biri, seksten değil müzikten geliyor. Gerçekten de babasının israrıyla söylediği şarkı sahnesi harika: Whitney Houston’un 1980’lerden kalma ‘hit’ parçası The Greatest Love of All’u, hem de oyuncusu Sandra Hüller’in sesiyle öyle bir söylüyor ki... Donup kalıyorsunuz.
Film hep sürprizlerle gelişiyor, hikaye dramdan komediye, siyasetten ekonomiye ve arada müzikale beklenmedik virajlar alıyor. Kimi zaman kahkahalarla gülüyor (hele o ‘çıplak parti’ bölümünde!), kimi zaman ağlama ihtiyacı duyuyorsunuz.
Ama yönetmen hiçbir şeyi sömürmüyor, hiçbir sahneyi abartmıyor. Örneğin o partiden daha çok komedi çıkar, ama o kesiveriyor. Ayni biçimde, finalin sanıyorum içerdiği dramatik sahneyi göstermiyor, bizim yorumumuza bırakıyor.
Film bizlere gerçek hayat dersleri veriyor. Hiç ukalalık etmeden, didaktik olmadan, daha çok güldürü yoluyla... Ve de hayatta tutunacak birşeyler aramanın önemi, özellikle baba-kız arasındaki bir diyalogda ortaya çıkıyor.
Babada Peter Simonischek ve kızında Sandra Hüller gerçek anlamda gönül çalıyorlar. Tüm yardımcı oyuncularla birlikte...
Bir not daha... Toni Erdmann gibi filmler kolay yapılmaz, yapılsa da bize gelmez. Yıllar boyu gelmedi, adlarını duymakla kaldık, biryerlerde yakalamaya çalıştık.
Ama artık geliyor. Başka Sinema girişimi ve de gözüpek ithalciler sayesinde... Bunun kıymetini bilelim, gidip görerek destek olalım.
Yarın: GECENİN KANUNU