X X X ½ (The İnvitation) Yönetmen: Jessica M. Thompson Amerikan filmi, 2022. |
Haftanın filmlerinden ikisi korku üzerine. Yabancı filmleri kastediyorum, bunlara bol bol çıkan bir-iki yerlisi de katılabilir!.. Türün bir meraklısı olarak (yerlilerin dışında!) bundan hiç şikayetçi değilim!..
Film gösterişli bir şatoda art arda çakan şimşeklerin ve düşen yıldırımların eşliğinde açılıyor. Ve beklenen dram gerçekleşiyor; masum yüzlü bir genç kadın korkunç bir biçimde intihar ediyor. Kolay unutulmaz bir sahne...
Sonra Evie diye anılan Evelyn'i tanıyoruz. Esmer, cıvıl cıvıl, burnundaki çifte halka ve omuzundaki dövmeyle son derece modern bir kadın... Annesinin de ölümünden sonra yalnız kalıyor, bir vesileyle DNA'sını kontrol ettiriyor. Ve uzakta, İngiltere'de bir yeğeni olduğunu keşfediyor. Aslında kendisini seramik sanatına adamış, temel amacı özgürlüğü gibi gözüken bağımsız bir kişilik. Yine de büyük olduğunu duyduğu o aile onu çekiyor ve taşra İngiltere'sine gidiyor.
Orada karşısına gerçekten de büyük bir aile çıkıyor. Her yaşta, her karakterde kadınlı-erkekli bir küçük cemaat... Yeğeni Oliver'den sonra bu De Ville ailesini ve yakışıklı prensi Walter'ı tanıyor. Her şeye sahip bu genç adam tüm ilgisini Evie'ye yöneltiyor. Ve büyük bir aşk başlar gibi oluyor.
Ama işler gitgide karışıyor. Ve bu büyük ailenin aslında üç aile olduğu, hepsinin uzun bir geçmişi, daha doğrusu ömür sahibi olduğu ve asıl büyük sırları ortaya çıkmaya başlıyor. Doğrusu filmin sonlara doğru gelişen ve asıl ilginçliğini finale doğru bulan entrikasını fazla açık edip seyir keyfinizi bozmak istemem. Ama özetle işin içine eski tarz korku filmlerinin -sinemada Dracula'dan Nosferatu'ya ünlenmiş klasiklerde sunulduğu biçimde- girdiğini, bunun kan içicilikten ısırma oyunlarına daha neler neler içerdiğini fısıldamış olayım. Hele o final... Ayrıca başroldeki Nathalie Emmanuel'in efsanevi Games of Throne dizisiyle çok tanınmış bir figür olduğunu belirteyim.
Davet yabancı basında 'eski usül' bir film olduğu için eleştiri almış. Ben buna katılmıyorum; tersine bu 'gotik film' türüne dönüşü bir erdem olarak görüyorum. Bu 'kadınlar filmi' (yaratıcılarının ve oyuncularının çoğu kadın!) son derece zengin bir görsellikle sunulmuş; korku veya değil çok başarılı sahneler içeriyor. Örneğin o ortak 'spa günü'nü, o uzun manikür seansının birden ulaştığı dehşeti unutmak kolay olmayacak.
Ve bizi andığım korku filmlerine götüren film, bence bununla çok iyi bir şey yapıyor. Belki bu sayede yalnızca Dracula öykülerini değil, klasik dönemin örneğin Frankenstein, Görünmez Adam vb. filmlerin de birer başyapıt olduğunu hatırlar ve zaman zaman onlara döneriz.
Yarın: CANAVAR
Atilla Dorsay kimdir? Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Sonbaharda Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adıyla yeni kitabı okurla buluşacak. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"... |