PARALEL ANNELER X X X (Parallel Mothers/ Madres Paralelas) |
Biz eleştirmenler filmleri herkesten önce görürüz; basın gösterimi adı verilen geleneksel etkinlik sayesinde... Böylece üzerine sıcağı sıcağına yazmak da bize kalır. O gösterimi kaçırırsak, hele film böylesine popüler bir yapımsa, biraz geride kalırız. Tıpkı bu film için benim başıma geldiği gibi...10 kadar yazıyı okuduktan sonra yazmak kolay olmuyor.
Ama bu film için hemen söyleyeyim; çoğu son derece övücü olan bu yazılara katılmıyorum. Karşımızda hayli kusurlu, eksik kalmış bir film var. Ama ilginç noktaları olduğu da kesin ve özellikle kadın seyirciler için de ’kaçırılmaz’ olduğu düşünülebilir.
2015’in Madrid’inde açılan film iki temel yönde ilerliyor. Asıl tema, ikisi de aynı günlerde hamile kalan, rastlantılar sonucu ayni hastanede, hatta ayni odada buluşan iki kadının yine ayni anda doğurmaları (filme damgasını vuran o inanılması zor ‘tesadüf’lerden biri). Ve elbette doğum öncesinde, sırasında ve sonrasında iyi kaynaşıp dost oluyorlar.
Bunlardan biri Janis’tir. 40 yaşlarında bir fotoğrafçı. Adını annesi özelikle seçmiştir; dönemin hippi şarkıcısı, genç yaşta uyuşturucudan ölmüş Janis Joplin hatırına... O aralar Janis, Arturo adlı bir tür tarih araştırmacısı ve arkeologla tanışır. Ve ondan hamile kalır. Ama öylesine özgürlük yanlısıdır ki, adamla birleşmeyi düşünmez. Ki o da zaten evlidir ve karısı ciddi bir rahatsızlık geçirmektedir.
Diğeri 17 yaşındaki Ana’dır. Sadece kariyerini düşünen tiyatrocu bir annesi, onu çoktan reddetmiş bir babası vardır. Ve hamileliği ayni günlerde yattığı (yatmak zorunda kaldığı; tıpkı Law and Order dizisindekiler gibi bir olay sonucu!) üç delikanlıdan biri olabilir. Aslında bu bebeği hiç istemez; ama Janis onu anneliğin güzelliğine bir ölçüde ikna eder.
Ve gelelim ikinci ana temaya... Bu da İspanya’nın talihsiz tarihi üzerinedir: Büyük savaş öncesinde, general Franco döneminin faşist yönetimi; bunun başlattığı o korkunç iç savaş; o aralar devletin acımasızca kıydığı sayısız insan, onların gömüldüğü toplu mezarlar. Ki toplam yüz bin cesedin gömüldüğü düşünülüyor!... Ve günümüzde bu acıları hatırlamak ve belgelemek için kurulmuş olan Tarihsel Hafıza kurumları; Falanjist denen faşistlerin ölüm listeleri.
Janis’in iki kuşak öncesi aile bireyleri, öncelikle büyükbabası da bu felakette kaybolup gitmiştir. Onun yüzlerce insanla birlikte gömülü olduğu bir alanda kazı yapılması söz konusudur. Ve Janis bu konuda yine Arturo’ya güvenecektir. Babalığından pek söz etmeden... Ve kazı başlar. Özelikle filmin son bölümlerinde bu konuda dramatik gelişmeler olacaktır.
Ama her şeye rağmen asıl tema iki kadının paralel yaşamlarıdır. Bu arada bebeklerin biri acı bir kaderle karşılaşır; dram üstüne dram biner. Ve film adına melodram denen o asla eskimez ve modası geçmez alanda dev adımlarla ilerler.
Evet, melodram... Douglas Sirk’ten Fassbinder’e ünlü yönetmenlerden klasik Yeşilçam’a, sayısız yabancı diziden yerli taklitlerine, sinemada hep ön planda olmuş bir kurum, bir tür, bir insanları etkileme mekanizması. Ama bu filmde öylesine abartılmış ki... Sonu gelmeyen rastlantılar; seviciliğe dönüşen kadın ilişkileri; kayıp bebekler; aile sırlarını ancak ölümün eşiğinde açıklamış büyükanneler; birbirine karışmış ırklar... Ve finalde bunları en naif biçimde özetleyen şu tür deyişler: “Tarih asla dilsiz değildir. Yaksalar da, kırsalar da”. Ya da “Hakkında yalanlar da uydurulsa, insanlık tarihi çenesini asla kapatmaz”. Buyurun, buradan yakın!...
Pedro Almodovar, doğrudur, bir melodram ustasıdır. Bugün 72 yaşında (1949 doğumlu) olan sanatçı 1970’lerde kısa filmlerle başlamış, 80’lerden itibaren Matador, Tutku Kanunu, Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar, Bağla Beni, Yüksek Topuklar, Annem Hakkındaki Her şey, Konuş Onunla, Kötü Eğitim, Dönüş, Kırık Kucaklaşmalar, Acı ve Zafer gibi filmleriyle, hepsi değilse de kimileri başyapıt düzeyinde birçok film imzalamıştır. Bu filmde tam sekizinci kez bir araya geldiği Penelope Cruz’un da katkısı olan... Ama bence bu başyapıtları arasında değil!...
Cruz gerçekten de filme büyük katkıda bulunuyor. Oyununa mı, hâlâ bu kadar genç durmasına mı bakacaksınız, şaşırıyorsunuz. Benzer biçimde gencecik Ana’da Milena Smit de gerçek bir keşif. “Ben hayatımı yaşayacağım, özgür olacağım” dediği sahne ve benzerleri akıllara yerleşiyor. Arturo’da İsrael Elejalde, tiyatrocu annede Aitana Sanchez-Giton de iyiler. Almodovar’ın bir başka fetiş oyuncusu Rossy de Palma ise Elena’da harcanmış duruyor.
Filmin Penelope Cruz’a Venedik’te en iyi oyuncu ödülü getirdiğini ve Oscar’da iki adaylığı bulunduğunu da hatırlatayım.