KAYGI X X X X Yönetim ve senaryo: Ceylan Özgün Özçelik |
Basın gösterimlerinde ince ve kırılgan bir hayal gibi görünüp kaybolan sinema yazarı, TV sunucu ve yapımcısı Ceylan dostumuz, sonunda bir yazar-yönetmen kimliğiyle karşımıza çıktı. Hepimiz için ne güzel sürpriz!
Bu aslında ‘kaygı’ sözcüğünü çok aşan bir film. Bir geçmişle hesaplaşma, ama aynı zamanda bir deliliğe kayış, bir çıldırma öyküsü. Böyle bir öykünün içerebileceği/içermesi gereken tüm o psikolojik gerilim atmosferini soluyarak... Ama buna bizim için önemli bir siyasal boyut, bir tür toplumsal alt metin de ekleyerek...
Film 30’lu yaşlarını süren medya emekçisi Hasret’in öyküsü. Hasret, bir TV kanalında çalışan ve özellikle belgesel yapmaya meraklı bir genç kadın. Ama o kanalda o zaman (aslında her zaman... Ama özellikle şimdiki zaman!) moda olduğu biçimde, medyayı hak etmeden yöneten kişilerin buyruğuyla o işten alınıyor, haber bölümünün editörü yapılıyor.
Ve görüyor ki çalıştığı Tek TV kanalı, haberleri iktidarın isteği yönünde biçimlendirmekte ve patronların hoşuna gitmeyen gerçekleri, yani işin esasını kitlelerden saklamaktadır.
Hasret ayrıca sürekli kötü düşler görüyor. Bunların temelindeyse halk ozanı olan ana-babasının yıllar önce -tam olarak 1993’de- ölüp gittiği bir araba kazası vardır. Bu kaza üzerine hemen hiçbir şey hatırlamaz: Olduğunda çok küçüktür. Ama arşivlerde de hiçbir bilgi bulamaz.
Böylece bir yandan dikbaşlığıyla işini yitiren Hasret, kendisini mutsuz eden büyük şehir kadar, sınırlı ev dekorunda da hayaller görmeye başlar. Başta yakışıklı Mehmet ve gerçek dost Gülay olmak üzere ekibinden destek bulsa da, artık normale dönmesi çok zordur.
Filmin o kadar çok özelliği var ki... Nereden başlamalı? Öncelikle Ceylan her tür dekorda o ürkünçlük ve gerilim atmosferini yakalamada son derece başarılı.
Ev sahnelerinde Polanski filmleriyle kıyaslanması boşuna değil. Gerçekten de sonuç olarak bireyin en baş sığınağı olan evimiz, bu filmde garip sesleri, durup dururken kararan duvarları, birden yayılan iğrenç kokularıyla tam bir korku atmosferi yaratıyor.
Ama kent daha az ürkünç değil. Orada da özellikle biz mimarları, ama daha genel biçimde İstanbul ve doğa aşıklarını etkileyecek sahneler var. O korkunç biçimde yükselen beton yığıınları, arka sokaklara uzanan yıkıp yeniden yapmalar, üzerine siyasetçi afişleri yapıştırılmış korkunç duvarlar... Ve kırk yıllık bir mahallenin adının birden Karamolla’ya çevrilmesi!..
Hasret son sığınağı olan o tek yeşil alanda bile ortaya çıkan hayaletler görüyor. Hırlamaya başlayan bir köpek, birden akın eden bir kuş sürüsü, parka dalıveren bir protestocu grubu...
Hasret görüldüğü gibi ailesinin geçmişini keşfetmeye çalışırken, yok edilen bir kentin hayaletiyle de sarsılıyor. Çünkü bu unutmak ve unutturmak üzerine inşa edilmiş bir kültürdür. Nasıl bağlamacı ana-babanın 1993’deki yok oluşlarının gerçek yüzünü –biz seyirciyle birlikte- keşfedecekse, bu imha kültürünü de tanıyacaktır.
Adı Tek TV olan kanal, aslında tüm kanalları aynı haberleri verip aynı yorumları yapan bir medyanın simgesidir. Bakkalın girişinde gördüğü, hepsi “Cezayı Halk Verecek” başlıklı haberler de alabildiğine tekdüzeleşen yazılı basını simgeler.
Ve hep TV’de gözüküp düzeni ve iktidarı savunan Furkan kardeşlerden Muzaffer, elbette otoriteyle sermayenin mutlu-mesut evliliğidir.
Ve sokaklarda ellerinde taşlar, sopalar veya bir yerleri ateşe vermeye hazır meşalelerle dolaşan -ve adı MK Gençlik Derneği olan- örgütün mensupları da eyleme geçmeye hazır bir güç!..
Kısacası, başat bir siyasal sinema örneği, gayet cesur ve anlam yüklü bir film. Herkese göre olmayabilir, ama ükemizin şu halinde ve şu durumunda önemli bir işlevi doldurduğu görüşündeyim.
Ceylan’la birlikte, baş roldeki görkemli oyunuyla şaşırtan Algı Eke ve tüm oyuncuları, ayrıca Radek Ladczuck’un görüntüleri ve Ekin Uzeltüzenci’nin müziğini de kutlarım.
Yarın: YARATIK ve TUZ VE ATEŞ