SONSUZLUK ORMANI X X X |
Amerikan bağımsızlarının önderlerinden Gus Van Sant’in 1982’den beri süregelen saygın kariyeri içinde şimdilik son filmi olan, aslında 2015’den kalma bu filmin artık gösterilmeyeceğini sanırdım. Sevdiğim bir film olduğu için gösterilmesini sevinçle karşıladım.
Her filminde farklı birşeyler yapmayı seven ve vaktiyle festival için geldiği İstanbul’u da çok sevmiş olan Van Sant, özgün bir senaryodan yola çıkmış.
Amerikalı Arthur Brennan’ı Tokyo’ya uçarken tanıyoruz. Hikaye, onun sonradan ünlü Fuji yanardağıının eteklerinde, halk arasında ‘çayır denizi’ olarak bilinen vahşi ve bakir Aokigahara yöresini ziyaretiyle devam ediyor.
Genç adam yalnız ve donanımsız olarak çıktığı bu yolculukta ürkünç şeylerle karşılaşıyor. Örneğin şurada-burada çürüyen iskeletler, yeni ölmüş gözüken bir kadın cesedi, çeşitli kişisel eşya ve nesneler...
Aslında biz ürküyoruz, ama o hiç öyle gözükmüyor. Çünkü nereye geldiğini gayet iyi bilmektedir. Burası yıllardır Japon kültürünün kendine özgü bir uygulamasına sahnelik eden bir yöredir: hayattan bıkmış, yaşamaktan yorulmuş insanlar, en klasik biçimde hara-kiri yapmak yerine buraya gelip bir biçimde ölmeyi seçmektedir. Kendilerini asarak, ilaçla ya da sert doğa koşullarına teslim olarak...
Arthur da bunun için buradadır. Çünkü araya sıkışan geçmişi anma bölümleriyle onun acılı hayatını da öğreniriz. Joan adlı çok güzel bir kadınla evlidir. Ama artık sürekli kavga etmekten başka birşey yapamazlar. Aşk yerini kinayeye, alaya, öfkeye, giderek nefrete bırakmıştır. Aniden gelen bir hastalık sevgiyi biraz ateşler gibi olur. Ama insanın kaderi kötü yazılmışsa...
Arthur intiharın biçimini düşünürken, bir Japon’la karşılaşır. Takumi Nakamura kişilik olarak zayıf ve zavallı bir adamdır. Onun karısı ve ailesi vardır: özlemle andığı... Peki niçin buraya düşmüştür? Arthur bunu öğrenmeye bile vakit bulamaz: doğa öylesine zalim, ölüm öylesine yakındır ki... Ve iki adamın hayatta kalma savaşımı başlar.
Yerleşik Batı kültürünün ve değerlerinin özgün ve inatçı Japon kültürüyle bu birleşme çabası, aslında hayli dokunaklı bir filme yol açıyor. Bir yandan iki erkeğin bu sıradışı koşullarda filizlenen yoldaşlığı...
Öte yandan Arthur ve karısının gündelikten dramatiğe, oradan da trajiğe doğru yol alan içburucu ilişkisi. Tüm bunlar yeterince etkileyici doğrusu...Hele üç baş oyuncunun, yani McConaughey, Naomi Watts ve ünlü Japon aktörü KenWatanabe’nin yine sıradışı denebilecek kusursuza yakın performansları da katılınca...
İşler belki biraz finalde bozuluyor. Çünkü Van Sant bu mistik ve ‘ruhani’ öykünün dozunu biraz kaçırıyor. O kayalarda açan ve yörede dolanan ruhları simgeleyen orkideler... O trajedinin altını ısıtmak için konmuşa benzeyen kaza sahnesi...O temel bir karakterin gerçek mi, düş mü olduğu konusunda uyandırılmaya çalışılmış şüphe...
Yine de sonuç olarak iyi ve özgün bir film bu... Özellikle içerdiği Doğu felsefesini ilginç bulacaklar için..
Bir not daha... Film ilk kez gösterildiği Cannes 2015’in basına gösterimi sırasında yuhalanmıştı. Biraz naifliğe teslim olsa da, bunu hak eden bir film değildi sonuçta... Hele aynı Cannes’in bir dönemde o yenilip yutulması zor Terrence Malick filmlerine şapka çıkardığı, hatta büyük ödüller bile verdiği düşünüldüğünde... Elbette doğru kararı sinema tarihi verecektir.