Köpek Adası X X X ½ Yönetmen: Wes Anderson Fox filmi |
Wes Anderson nedense hiç gözde yönetmenim olmadı. Zekası çok açık biçimde parlıyordu, hep yeni ve özgün şeyler deniyordu. Ama diyelim mi o zeka benimkiyle pek uyuşmuyordu. Ve yenilik araştırmaları kişisel sinema beğenimle çok kaynaşmıyordu.
Gerçi 90’ların sonlarındaki ilk filmleri olan Rushmore- Çılgın Liseliler ve de The Royal Tenenbaums- Tenenbaum Ailesi’ni hayli sevmiştim, yazılarım tanıktır!... Ama Steve Zissou ile Suda Yaşam’dan başlayarak, ilişkimiz bozuldu!... Ardından gelen ve ilk canlandırma deneyimi olan Fantastic Mr. Fox- Yaman Tilki’yi görmedim (bize gelmemişti).
Sonrasındaysa The Darjeeling Limited, Moonrise Kingdom, hele birçoklarınca başyapıtı sayılan Büyük Budapeşte Oteli’ne de ısınamadım. Önemli bir yönetmen olabilirdi, ama ben ondaki büyüyü kavrayamıyordum. Günahı boynuma!...
Bu yeni filmi ve animasyondaki ikinci deneyiminde yine aynı şey olacak gibiydi. Festivaldeki ilk izlememde beni hiç açmadı.
Ama bir gece seansında, günün dördüncü filmi olarak izlememe güvenmedim. Basın gösteriminde bir kez daha izledim. Ve yaklaşımım biraz değişti.
Doğrusu yine kolay içine girilecek bir film yapmamıştı üstad...Bu kez Japonya’nın geçmişinde de varolan ‘köpek düşmanlığı’ temasıyla açılan film, daha sonra günümüzden 20 yıl ötesine, Megasaki kentine dönüyordu. (Atom bombasının kurbanı Nagasaki’yle benzerliğe dikkat!).
Bu adada açlık ve zor koşullar köpekleri çılgına çeviriyor ve aralarında ikiye bölünüyorlardı: yerli köpekler ve Japonya’da yetişseler de o dili konuşmayan Alfa-Dog’lar. Ki şefleri olan ‘stray dog’, yani sokak köpeği Chief, diğerlerine hep muhalif kalan, ama yaman bir savaşçı olarak sivriliyordu.
Ama Kobayashi’nin evlatlığı, ana-babasını acı bir kazada yitirmiş 12 yaşındaki Atari (ki babalığının soyadını taşıyordu!) köpeği Spots’un peşinden adaya geliyordu. O arada, hayvansever bilim adamı Prof. Watanabe köpek nezlesine karşı bir ilaç geliştirerek hayvanları kurtarmaya çalışırken öldürülüyordu
Arada hikayenin tek beyaz kahramanı olan, çilli yüzüyle sevimli Tracy Walker da köpekleri kurtarmak için çaba gösteriyordu. Valinin tam karşısında, muhalif eyleme katılarak, neredeyse yöneterek...
Ve arada gönül maceraları başlıyordu. Atari ve Tracy tam bir ‘love story’ yaşarken, dişi köpeklerin en çekicisi olan Nutmeg de, aralarındaki sınıf farkını aşarak Chief’le flörte başlıyordu.
İkinci görüşümde filmi bir ölçüde beğendim. Aslında bu tümüyle Japon kültürüne adanmış bir filmdi. O kültür folkloru, Kabuki denen tiyatrosu, gözümüzün önünde yapılan yemekleri ve elbette diliyle hep egemendi. Öylesine ki, kimileri (örneğin vali ya da Atari) sadece Japonca konuşuyor, üstelik bu altyazıyla bile verilmiyordu. Galiba biraz aşırı bir hayranlık belirtisi!...
Ama canlandırma tekniği olarak olarak çok ilginçti doğrusu. Hala klasik Walt Disney veya onun mirasçısı Pixar vb. markaların tekniğini yenilemeye dönük ciddi bir çaba...Daha geometrik, daha radikal, benzerlikten çok stilizasyona önem veren...
Buna uygun olarak, bu tür filmlere destek veren o duygusal şarkılar ve kulağa hoş gelen melodiler, yerini tümüyle Japon damgalı ve ritm egemenliğindeki bir müziğe bırakmıştı. Hiç dinmeyen davulların damgasını vurduğu sert bir müzik.
Üstelik bu, sayısız filmde Batı tarzı müziğini dinleyegeldiğimiz Fransız Alexandre Desplat’nın eseriydi. Sevilir ya da sevilmez, ama kendi içinde tutarlı bir çaba...
Film elbette birçok filmin ve akımın etkisini taşıyordu. Uzaktan uzağa büyük Japon ustası Kurosawa’nın, ayrıca Japon canlandırma sanatçısı Miyazaki’nin filmleri...Disney sinemasının köpekleri konu edinen Lady and the Tramp veya 101 Dalmaçyalı gibi başyapıtları. Ya da ada bölümlerinde türün zirvelerinden Wall-E.
Ama yine de kimi özgün sahneleriyle seçkinleşiyordu film...Örneğin iki köpeğin flörtü; Chief’in geçmişini anlatırken, sığındığı evdeki sahibinin elini nasıl ısırdığını anlatması... Hayvan sevgisinin kazanması ve valinin Frankenstein suratlı yardımcısı Major Domo’nun öfkesi...
Ve de seçkin isimlerin seslendirmesi. Harvey Keitel’den Bill Murray’a, Edward Norton’dan Jeff Goldblum’a, Murray Abraham’dan Liev Schreiber’e, Frances MacDormand’dan Tilda Swinton’a... Ve de Watanabe’nin sekreteri Ono’da...Yoko Ono’ya...(Artık kim olduğunu bilenler bilmeyenlere anlatsın!).
Velhasıl bu film ne büyük kitle için, ne de çocuklar için... Ama anlattığım şeylere ilgi duyan meraklıları için görmeye değer olabilir.